sitem sitem |
|
| sözler risalesi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: sözler risalesi 13.09.08 18:29 | |
| Konunun ilk mesajı :BİRİNCİ SÖZ (BİSMİLLAH RİSALESİ)
-1- -2- -3- Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim "Sekiz Söz"ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. BİRİNCİ SÖZBismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin -tâ şakîlerin şerrinden kurtulup, hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
2- Ve sâdece Ondan yardım dileriz.
3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.), onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
En son ebrar tarafından 13.09.08 18:39 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:48 | |
| ON BİRİNCİ ŞUA OLAN MEYVE RİSALESİ'NİN ONUNCU MESELE Emirdağ Çiçeği Kur'an'da olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i'câzı katî bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ân'a ait olmak cihetiyle, hem ibadeti tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasipse 'Onuncu Mesele' yapınız. Değilse, sizin tebrik mektuplarınıza mukabil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan'da mecburiyetle, gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım. Kusura bakılmasın. Haşiye
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.
Evet, Kur'ân'ın hitabı, evvelâ Mütekellim-i Ezelînin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat namına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs'atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın, ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinatın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek i'câzı ve şümûlü gösterir ki, ders-i Kur'ân'ın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.
</HR>
Haşiye: Denizli Hapsinin meyvesine Onuncu Mesele olarak Emirdağının ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur'âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izale eder. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:48 | |
| Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla -1- deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Ad ve Semûd ve Fir'avun un başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor. Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, aynı i'câz ile, nazar-ı dalâlette câmid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun'-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'ân-ı Azîmüşşanın elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi; ve bütün benî âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misilli hoş gelmesi gibi kudsî imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine kazandırır. Ve tercümanın ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ı avâmın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî sayfalarını açıp o âdiyat altındaki hârikulâde mu'cizât-ı kudretini ve mânidar sutûr-u hikmetini ders vermekle lûtf-u irşadda güzel bir i'caz gösterir.
</HR> 1- Zâlimler! • Zâlimler!.. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:48 | |
| Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüz'î hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz'î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzını gösterir. Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir. Meselâ, birtek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur'un On Dördüncü Lem'asında beyan edildiği gibi, Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır. Hem meselâ, Sûre-i 'de sekiz defa tekrar edilen şu -1- âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i'cazlı bir ulvî belâgattır.
</HR> 1- Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah'tır. Şuarâ Sûresi: 26:9. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:49 | |
| Hem meselâ, Sûre-i Rahmân'da tekrar edilen -1- âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta -2- âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i'câz-ı belâgattır. Hem meselâ, Kur'ân'ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur'ân'dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü'l-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (a.s.m.) yüz defa -3- cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır. İşte tekrarat-ı Kur'aniye bu gibi esaslara bakıyor. Hattâ bazen bir sayfada iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâğat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zımnen tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-ı Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâgatça makbul olduğu, hüccetleriyle beyan edilmiş. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslup-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar.
</HR> 1- Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Rahmân Sûresi: 55:13. 2- Yazıklar olsun o gün hakkı yalanlayanlara! (Mürselât Sûresi: 15,19,24,28,34,37,40,45,47,49) 3- Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et, kurtar ve bize necat ver . | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:49 | |
| Risale-i Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat eden Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslup-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır. Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise, Allah'ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen -1- gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mucize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş. Evet, Kur'ân, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'ân'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve İmân ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mu'cizâne bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ, -2- ve -3- de, tabiriyle ehadiyeti ve ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.
</HR> 1- Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kâdirdir. Bakara Sûresi: 2:20. Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilir. Ankebut Sûresi: 29:62. Onun kudreti herşeye galiptir; O herşeyi hikmetle yapar. Rum Sûresi: 30:27. Onun kudreti herşeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır. Rum Sûresi: 30:5. 2- Alemlerin Rabbi. 3- Rabbin. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:49 | |
| Meselâ, -1- âyetinden sonra -2- âyetinin akabinde -3- der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner. Bir sual: "Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz'î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde -4- diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?" Elcevap: Herbiri birer küçük Kur'ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur'ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve İmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur'ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve İmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir. İkinci bir sual: "Kur'ân'da sarîhan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sayfada, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?" Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları tasdik ettirmek ve o inkılâpların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur'ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur'ân'da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.
</HR> 1- Yeri ve göğü yaratan Odur. (Hadîd Sûresi: 57:4.) 2- O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir. (Hadîd Sûresi: 57:6.) 3- Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur. (Hadîd Sûresi: 57:6.) 4- Her bilenin üzerinde daha iyi bilen vardır." (Yûsuf Sûresi: 12:76.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:50 | |
| Meselâ, -1- âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, "Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır" dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez. İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, elbette sarîhan ve zımnen ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir. Hem meselâ, -2- gibi tehdit âyetlerini Kur'ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur'da katî ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor. -3- âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
</HR> 1- İmân eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu ise pek büyük bir kurtuluştur." (Bürûc Sûresi: 85:11.) 2- İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır. (Fâtır Sûresi: 35:36.) Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır. (İbrahim Sûresi: 14:22.) 3- Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor. Neredeyse öfkeden parçalanacak!" (Mülk Sûresi: 67:7-8.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:50 | |
| Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla Lâ ilâhe illâllah cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine Lâ ilâhe illâllah'ı lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in'ikâs eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin şiddetli ve inatlarını kıran tehditlerini, Kur'ân'ı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur'ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur'âniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.
Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faydaları bulunan kıssa-i Mûsâ'nın (a.s.) ve sair enbiyanın (a.s.) kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip, "Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez" hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâgattır ve hâdise-i Muhammediye (a.s.m.), bütün benî âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:51 | |
| Evet, Kur'ân'da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah risalet-i Muhammediye (a.s.m.) kâinatın en büyük hakikati ve zat-ı Ahmediye (a.s.m.) bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, katî bir surette Risale-i Nur'da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke'l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta (a.s.m.) salât ve selâm ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta (a.s.m.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur'ân'ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur'ân cihetiyle defter-i a'mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü'l-Guyûb bilmiş ve görmüş ve o makama göre Kur'ân'ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır. İşte Kur'ân'ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola! -1- kaidesine dahil olur.
</HR> 1- Kör adam, güneşin ışığını bilmez. Hasta ağız da suyun tadını almaz. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:51 | |
| Bu Onuncu Meseleye Bir Hâtime Olarak İki Haşiye
Birincisi
Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'ân'a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: "Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.
Fakat Risâle-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur'ân'ın hakîki tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.
Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar, yine şeytan hesâbına Kur'ân güneşini üflemekle söndürmeye, ahmak çocuklar gibi, ahmakâne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle, bana gâyet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-i hâli bilmiyorum.
İKİNCİ HÂŞİYE
Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gâyet latîf, tatlı bir sûrette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla, cezbedarâne ve câzibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfârakatlarından ve yalnız kaldığımdan, hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neşe ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsâsıyla, kâinat dolusu firakların, zevâllerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakîkat-i Muhammediyenin (a.s.m.) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları sürurlara çevirdi. Hattâ o nûrun herkes ve her ehl-i îman gibi, benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için zât-ı Muhammediyeye (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki: | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:51 | |
| Ol nazar-ı gaflet, o mübârek nâzeninleri vazifesiz, neticesiz; bir mevsimde görünüp, hareketleri, neşeden değil, belki, güyâ ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekâ ve hubb-u mehâsin ve şefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medâr olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle, dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzib âletine çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı. îdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânâları ve -Risâle-i Nur'da ispat edildiği gibi-üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi. Birinci kısım, Sâni-i Zülcelâlin esmâsına bakar. Meselâ; nasıl bir usta, hârika bir makineyi yapsa, herkes o zâta "Mâşaallah, bârekâllah" deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisân-ı hâliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tesbihlerle alkışlar. İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar, onlara şirin bir mütâlâagâh, birer kitâb-ı mârifet olur; mânâlarını zîşuurun zihinlerinde ve sûretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvâh-ı misâliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehâdeti terk eder, âlem-i gayba çekilir. Demek, sûrî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır. Evet, mâdem Allah var ve ilmi ihâta eder; elbette adem, îdam, hiçlik, mahv, fenâ, hakîkat noktasında ehl-i îmânın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânîlikle doludur. İşte bu hakîkati, umûmun lisânında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: "Kimin için Allah var, ona herşey var; ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir." Elhâsıl: Nasıl ki, İmân ölüm vaktinde insanı îdâm-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de, herkesin husûsi dünyasını dahi îdamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, husûsan küfr-ü mutlak olsa, hem o insanı, hem husûsi dünyasını ölümle îdam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhirete tercih edenlerin kulakları çınlasın. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmâna girsinler, bu dehşetli hasârâttan kurtulsunlar. -1- Duânıza çok muhtaç ve size çok müştak kardeşiniz Said Nursî </HR>
1- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:55 | |
| Yirmi Altıncı SözKader Risâlesi[Kader ile cüz-i ihtiyârî iki mesele-i mühimmedir. Ona dâir Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.] Birinci MebhasKader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, İmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.) Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık. (Yâsin Sûresi: 12.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:55 | |
| Evet, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir.
Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.
Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.
İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.
Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda Hâlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hâlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?" | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:55 | |
| Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hak, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir.
Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar.
Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i İmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Haktan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder.
Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.
İkinci Mebhas
Ehl-i ilme mahsus, Haşiye ince bir tetkik-i ilmîdir.
Eğer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyârî nasıl tevfîk edilebilir?"
Haşiye :Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaidi kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:56 | |
| Elcevap: Yedi vecihle.
• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikâb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.
• İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.
• Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor.
• Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder.
Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.
İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.
• Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?" | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:56 | |
| Suâl: Niçin denilmesin? Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mûtezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." • Altıncısı: Haşiye Cüz-i ihtiyârînin üssü'l-esâsı olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş'ârî, ona mevcud nazarıyla baktığı için, abde vermemiş; fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'âriyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir; muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zarûret ve vücûb ortaya girip, ihtiyârı ref' etsin. Belki, o emr-i itibârînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma." Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref' olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette, kaidesince mukarrerdir ki, "bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz. Eğer desen: Tercih bilâmüreccih muhâldir. Halbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kisb-i insanî, bâzan yapmak ve bâzan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâmüreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedm eder." Elcevap: Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki'dir. İrâde bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir. Eğer desen: "Mâdem katli halk eden Hak'tır; niçin bana kâtil denilir?" Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kâtil ünvânını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. mesuliyeti işmâm eden bir şey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz. • Yedincisi: İrâde-i cüz'iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibârîdir; fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüzî irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir." Haşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:56 | |
| Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, "Sen istedin" diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder. Elhâsıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribâtta eli gayet uzun ve hasenâtta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar. Üçüncü Mebhas Kadere imân, imânın erkânındandır. Yani, "Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir." Kadere delâil-i katiye o kadar çoktur ki, had ve hesâba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile, şu rükn-ü imâniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir Mukaddeme ile göstereceğiz. Mukaddeme: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin kur'ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'ânîyi nizam ve mîzan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekâdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur. Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler.
Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En'âm Sûresi: 59.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:57 | |
| Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var; elbette, eşyanın mürûr-u zamanla giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn'den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn'den haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var.
Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyât ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.
Nazarî ise, o çekirdekte ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat nâmiyle tâbir edilen vakit bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.
Mâdem en âdi ve basit eşyada, böyle, kaderin tecellîsi var. Elbette, umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitâb-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn'den haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuz'dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şâhiddir, birer emâredir.
Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güyâ hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsâh ederek, insanın eline verip, dimâğının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde, onunla hatırlatsın; hem, tâ mutmaîn olsun. Ki, bu fenâ ve zevâl herc ü mercinde bekâ için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersîm edip, ibkâ ediyor. Hem, bekâ için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânîlerin mânâlarını onlarda yazıyor.
Elhâsıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizâmına tâbidir; elbette, en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruâtıyla, kaderin mikyâsıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbaını gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin vücuduna işaret ederler; öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller, bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:57 | |
| Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir. Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalp ve ruh için, kadere İmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" Elcevap: Kat'â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere İmân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makâsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere İmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gâsıbâne, sârıkâne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te'dib sûretiyle hapse atılır. İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla.
Kim kadere İmân ederse kederden emîn olur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:57 | |
| Dördüncü Mebhas
Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor."
Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekâisin esâsı adem olduğu delildir.
Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi?
İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:58 | |
| HâtimeEski Said'in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır. Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gâyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir. İkinci Fıkra: Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dîne hizmet ettim" diye gururlanma. sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul. Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın mârifetini kazan. Çünkü, bütün hakâik-ı mevcudât, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî, ârazî her bir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat eder. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir sûrettir. Yirminci Sözün âhirinde, şu sırra dâir bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, katiyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ, bir kısım ehl-i tetkik, "Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte şu sırdandır ki, bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: "Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Rûhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim."
Allah bu dini fâcir bir adamın eliyle de kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerif: Buhârî, 8:88.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:58 | |
| Beşinci Fıkra: Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem, şu fıkra-i Arabiye, Allahü ekber zikrinde otuz üç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.
Allah en büyüktür. Çünkü öyle bir Kadîr, Alîm, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Nakkaş ve Ezelîdir ki, bütün, parçalar ve sayfalar olarak bu kâinatın hakikati; küllî, cüzî, varlık ve bekâ itibâriyle bu varlıkların hakikatleri ancak Onun kazâ, kader, tanzim ve takdirinin ilim ve hikmetle çizilmiş çizgileri; Onun ilim, hikmet, tasvir ve tedbîrinin sanat ve îtinâ gösterilerek yapılmış nakışları; Onun Sanat, îtinâ, tezyin ve tenvîrinin mucizeli elinin lütuf ve keremle gerçekleştirdiği tezyinâtı; Onun lütuf, kerem, teveddüt ve tearrüfünün rahmet ve nimetle vücuda getirdiği ihsan çiçekleri; Onun coşkun rahmet, nimet, terahhum ve tehannününün cemâl ve kemâlle yarattığı meyveleri; cemâl ve kemâlinin parıltı ve tecellîleridir. Bu, aynaların yok olup gitmesi ve mazharların akıp kaybolmasıyla beraber, mevsimlerin asırların ve çağların geçmesiyle tecellî ve zuhuru devam eden, mahlûkat, günler ve yılların geçmesiyle inâmı sürüp giden ebedî cemâl-i mücerredin bâkî kalmasının şehâdetiyle sabittir. Evet, mükemmel eser, akıl sahipleri için mükemmel fiile, sonra mükemmel fiil, anlayış sahipleri için bilbedâhe mükemmel vasfa, sonra mükemmel vasıf bizzarûre mükemmel şene, sonra mükemmel şen bilyakîn kendisine yakışan bütün hususiyetlerle zâtın kemâline delâlet eder. Bu, gerçek ve kesindir. Evet, dâimî tecellî ve sürekli feyiz ile beraber, aynaların fânî olup kaybolması, mevcudâtın zevâle gitmesi, görünen cemâlin mazharların mülkü olmadığına en açık bir delildir. Bu, mücerred cemâlin, tazelenen ihsanın, Vâcib-i Vücudun, Bâkî-i Vedûdun en açık beyânı ve en vâzıh bürhanıdır. Allah'ım, Efendimiz Muhammed'e, onun âl ve Sahabîlerine ezelden ebede kadar Allah'ın ilmindeki nesneler sayısınca salât ve selâm eyle. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 6:58 | |
| Zeyl[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.] Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb'a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. Birinci hatvede -1- âyeti işaret ediyor. İkinci hatveye -2- âyeti işaret ediyor. Üçüncü hatveye -3- âyeti işaret ediyor.
1- Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) 2- Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) 3- Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:00 | |
| Dördüncü hatveye -1- âyeti işaret ediyor. Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: Birinci Hatvede, âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, -2- sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. İkinci Hatvede, dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. Üçüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, -3- sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. Dördüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder. Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:
1- Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.) 2- Nefsinin arzusunu kedisine ma'bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.) 3- Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.) Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, her şeyi bulur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:03 | |
| HâtimeŞu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider. Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, -1- hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, -2- demeye mecbur olmuyor. Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
1- Ondan başka mevcut yoktur. 2- Ondan başka şahit olunan yoktur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:04 | |
| Yirmi Yedinci Sözİçtihad Risâlesi Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risâlede, içtihada dâir yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dâir haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dâir yazıldı. İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır. BİRİNCİSİNasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem, nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hengâmında, içtihad nâmiyle, kasr-ı İslâmiyet'ten yeni kapılar açıp duvarlarından muharriplerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinâyettir. İKİNCİSİDinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kût ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikâmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid'akârâne bir hıyânettir.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 2- Halbuki, bu haberi yayacak yerde Peygambere ve müminlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere mürâcaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. (Nisâ Sûresi: 83.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:05 | |
| ÜÇÜNCÜSÜ
Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk'unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'ân'ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân'ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân'ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:05 | |
| DÖRDÜNCÜSÜNasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-i kâmile kapısıyla ve zarûriyât-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dahil olanlarda meylü't-tevessü' ve irâde-i içtihad bulunsa; o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsî ve irâde-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesîledir. BEŞİNCİSİÜç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler. Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir. İkincisi: Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez. Üçüncüsü: kaidesi, yani, "Zarûret haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki' olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki' olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir." | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:06 | |
| İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer'iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.
Meselâ, bâzı gâfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.
Birincisi: "Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin." Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.
İkinci sebep: "Hutbe, bâzı suver-i Kur'âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir." Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer'iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur'âniyenin - eğer mümkün olsaydı - tercümesi Haşiye belki müstahsen olurdu. Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve İmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur'ân'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur'ân-ı Hakîmin i'câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
ALTINCISI
Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitâbına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.
Eğer desen: "Sahabeler de insandırlar; hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatın medârı Sahabelerin adâleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet, 'Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler' diye ittifak etmişler."
Elcevap: Evet, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, hakka âşık, sıdka müştak, adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan Ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâbın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.
Haşiye: İ'câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur'ân'ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:06 | |
| Evet, Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü'l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.
İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziyâ-i sohbetiyle nurlanan Sahabeler, o derece çirkin ve sukûta sebep ve Müseylime'nin maskaraâlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe, ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi'rac-ı suud ve terakkî ve fahr-i risâletin, hazîne-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle, içtimâât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka-ve bilhassa ahkâm-ı şer'iye rivâyetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar tâlip ve muvâfık ve âşık olmaları katîdir, zarûrîdir, şüphesizdir.
Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyâset propagandası vâsıtasıyla, yalancılık doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:07 | |
| Hâtime
Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakât-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
Eğer desen: "Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?"
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur"?
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kâdiü'l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:08 | |
| Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, "Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir." Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var." İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet itibâriyle, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, sanat ve maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma" mânevî kulağında bir sadâ-i semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimâiyesi itibâriyle, ahlâk-ı umumiye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî nâmiyle ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istincâ etmemenin zararı yoktur, bir dirhem kadar fetvâ vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre, sana misâl. Onlara kıyas et. Mîzan-ı Şa'rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:08 | |
|
</HR> Allah'ım, güzel isimlerinin tecelliyâtı için câmi' bir ayna olmasıyla sıfat ve isimlerinin güzelliklerine olan muhabbetinin nurları kendisinde temessül eden; masnuâtının en mükemmel ve en bedîi olması, kemalât-ı sanatının enmûzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi bulunmasıyla sanatına olan muhabbetinin şuâları kendisinde temerküz eden; mehâsin-i sanatının en yüksek dellâlı, hüsn-ü nukuşunun ilânı konusunda istihsan edicilerin en yücesi, sanatının kemâlâtını tavsifte en hârika zât olmasıyla kendisinde, sanatının istihsan edilmesine olan rağbet ve muhabbetinin letâifi tezâhür eden; Senin ihsanınla bütün mehâsin-i ahlâkı ve Senin lûtfunla bilcümle latîf vasıfları câmi' olmasıyla kendisinde mahlûkatının mehâsin-i ahlâkına ve masnuâtının latîf evsâfına olan muhabbet ve istihsanının aksâmı toplanmış bulunan; Kur'ân'ında zikrettiğin ve sevdiğin bütün ihsan sahibi, sabırlı, mü'min, müttakî, tevbekâr ve Sana yönelmiş kimselere; Kur'ân'ında sevdiğin ve Seni sevmekle şereflendirdiğin bütün nev'lere üstün bir misdak ve mikyas olan, öyle ki, Seni sevenlerin imamı, Sence mahbub olanların efendisi ve dostlarının reisi olan zâta ve onun bütün âl ve Ashâb ve ihvânına salât ve selâm eyle. âmin. Bunu rahmetinle yap, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:09 | |
| Yirmi Yedinci Sözün ZeyliSahabeler hakkındadırMevlâna Câmi'nin dediği gibi derim: -1- -2- -3- ilâ âhiri'l-âyet. Suâl ediyorsunuz: "Bâzı rivâyetlerde vardır ki; 'Bid'aların revâcı hengâmında ehl-i İmân ve takvâdan bir kısım sülehâ, Sahabe derecesinde veya daha ziyâde efdal olabilir' diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahih midir? Sahih ise, hakikatleri nedir?"
1- Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf'in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf'in köpeği; ben ise senin Ashâbının köpeği. 2- Allah'ın adıyla. O, her türlü noksan sıfattan uzaktır. • Hiçbir Şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.) 3- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Muhammed Allah'ın resûlüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. (Fetih Sûresi: 29.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:09 | |
| Elcevap: Enbiyâdan sonra, nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i kâtıadır ki; o rivâyetlerin sahih kısmı fazîlet-i cüz'iye hakkındadır. Çünkü, cüzî fazîlette ve hususi bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccüh edebilir. Yoksa, Sûre-i Fethin âhirinde, sitâyişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'ân'ın medih ve senâsına mazhar olan Sahabelere fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyân edeceğiz.
Birinci Hikmet: Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.
İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ, Celâleddin-i Süyûti gibi uyanık iken, çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla sohbettir. Demek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) cihetindedir, nübüvvet itibâriyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir.
Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem, câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakâik ve rehber-i kemâlât olurdu.
İkinci Sebep: Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyân ve ispat edildiği gibi, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mâbeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve İmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâta meyyal olan Sahabeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullahın (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak muktezâ-i seciyeleridir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:10 | |
| Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimâiye-i insaniye dükkânında, bâzı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i kâtil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryâk-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder; herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır; öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekâvet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secâyâ-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahabelerin, zehr-i kâtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nurânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imâna en nâfi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarûrîdir.
Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkâniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?
Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyân ediyorum. Şöyle ki:
Bir zaman kalbime geldi, "Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?" Sonra, namaz içinde "Sübhanerabbiyelâlâ" derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: "Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi." Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, Sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır.
Evet, Kur'ân-ı Hakîmin envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde, ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakâtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:11 | |
| Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.
Üçüncü Sebep: On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahabeler dahi daire-i velâyetteki sülehâya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvet ve sıddîkıyet-ki, Sahabelerin velâyetidir-bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahabelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücûhundan Üç Vechini beyân ederiz.
• Birinci Vecih: İçtihadda, yani istinbât-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta Sahabelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi; bütün ezhân istinbât-ı ahkâma müteveccih idi, bütün kalbler "Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmâm ve ihsâs edecek bir tarzda cereyan ediyordu; muhâverât bu mânâları tazammun ederek vuku' buluyordu.
İşte, bunun için her şey ve her hal ve muhâvereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbâtta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbât ve içtihadı o Sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maîşet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhît-i içtimâîsi o şahsın zihnine ve istidadına içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyân ibn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvâzenesinde ispat etmişiz ki, Süfyân'ın on senede kazandığını öteki yüz senede kazanamıyor.
• İkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki sûretle olur:
Birisi, akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahabeler o sırra mazhardırlar. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:11 | |
| Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.
Üçüncü Sebep: On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahabeler dahi daire-i velâyetteki sülehâya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvet ve sıddîkıyet-ki, Sahabelerin velâyetidir-bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahabelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücûhundan Üç Vechini beyân ederiz.
• Birinci Vecih: İçtihadda, yani istinbât-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta Sahabelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi; bütün ezhân istinbât-ı ahkâma müteveccih idi, bütün kalbler "Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmâm ve ihsâs edecek bir tarzda cereyan ediyordu; muhâverât bu mânâları tazammun ederek vuku' buluyordu.
İşte, bunun için her şey ve her hal ve muhâvereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbâtta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbât ve içtihadı o Sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maîşet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhît-i içtimâîsi o şahsın zihnine ve istidadına içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyân ibn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvâzenesinde ispat etmişiz ki, Süfyân'ın on senede kazandığını öteki yüz senede kazanamıyor.
• İkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki sûretle olur:
Birisi, akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahabeler o sırra mazhardırlar. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:12 | |
| İkinci sûret, bu'diyetimiz noktasında kat-ı merâtib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki; ekser seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu sûretle cereyan ediyor. İşte, birinci sûret sırf vehbîdir, kisbî değil; incizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, uzundur, gölgelidir; acâib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için, iki yol var: Birincisi, zamanın cereyânına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile fevka'z-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikate geçmek, iki sûretledir. Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizâbına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtibden seyr ü sülûk sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihazât-ı kesîre ile ubûdiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyâde mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliyâ besâtet peydâ eder. • Üçüncü Vecih: Fazîlet-i a'mâl ve sevâb-ı ef'âl ve fazîlet-i uhreviye cihetinde Sahabelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bâzı şerâit dahilinde, mühim ve mahûf bir mevkîde, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazîlet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor; öyle de, Sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur'âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir, bütün saatleri müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet, Sahabeler mâdem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur'âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. -1- sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin -2- demesiyle, Sahabelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir sûret alır, büyük bir daldan daha büyüktür; hem, nasıl ki mebde'de küçük bir irtifâ, gittikçe bir yekûn teşkil eder; hem, nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyâdelik, daire-i muhîtada bâzan bir metre kadar ziyâdeye mukabil geliyor; aynen şu dört misâl gibi, Sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nurâniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem, binâ-i İslâmiyetin hutût-u nurâniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adetlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirâc-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki sahabe olmak lâzım geliyor.
1- Bir şeye sebep olan, o şeyi işleyen gibidir. ("Bir hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü'l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250) hadîsinden ilhamen söylenmiş bir kaide.) 2- Allah'ım, Efendimiz Muhammed'e ve âl ve Ashâbına rahmet eyle. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:12 | |
| -1- -2- Sual: Deniliyor ki: "Sahabeler Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüler, sonra İmân ettiler. Biz ise görmeden İmân ettik. Öyle ise imânımız daha kavîdir. Hem, kuvvet-i imânımıza delâlet eden rivâyet var?" Elcevap: Sahabeler, o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakâik-ı İslâmiyeye muârız ve muhâlif iken, Sahabeler yalnız sûret-i insaniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görüp, bâzan mucizesiz olarak, öyle bir İmân getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem onların imânlarını sarsmıyordu; şüphe değil, bâzısına vesvese de vermezdi. Sizler iseniz, kendi imânınızı Sahabelerin imânlarıyla muvâzene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye imânınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envar-ı İslâmiye ve hakâik-ı Kur'âniye ile nurânî muhteşem şahs-ı mânevîsini, bin mu'cizât ile muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imânınız nerede; bütün âlem-i küfrün ve Nasarâ ve Yehûdun ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahabelerin imânları nerede? Hem, Sahabelerin kuvvet-i imânlarını gösteren ve imânlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatları nerede; ey müddei, senin şiddet-i zaafından ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imânın nerede? Ammâ, hadîste vârid olan ki, "âhirzamanda beni görmeyen ve İmân getiren, daha ziyâde makbuldür" meâlindeki rivâyet, hususi fazîlete dâirdir, has bâzı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazîlet-i külliye ve ekseriyet itibâriyledir.
1- Allah'ım, "Sahabîlerim yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz" (Keşfü'l-Hafâ, 1:132.) ve "Nesillerin en hayırlısı benim içinde bulunduğum nesildir" (Keşfü'l-Hafâ, 1:396.) diye buyuran Efendimiz Muhammed'e, Onun âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. 2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) Müsned, 5:248, 257, 264; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:41, 4:89. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:14 | |
| İkinci suâl: Diyorlar ki: "Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadîste var ki, 'Dünya muhabbeti bütün hatâların başıdır.' Halbuki, Sahabeler dünyaya pekçok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahabelerin en ednâsına, en büyük bir velî kadar kıymeti var, diyorsunuz?" Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet katî ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkâne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar. Üçüncü suâl: "Tarîkatler, hakikatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-ı Nakşibendî hakkında, o tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bâzıları, esâsını böyle tarif etmişler, demişler ki: Yani, 'Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: hem dünyayı, hem nefis hesâbına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.' Demek, hakiki mârifetullâh ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur?" Elcevap: Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır. Dördüncü suâl: "Sahabelere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?" Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler.
Feyzü'l-Kadîr, 3:368, hadîs no: 3662. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 17.09.08 7:14 | |
| Sadece Bu Risale İçinde Ara : | Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini Sahabeye karşı müsâvât dâvâsı altında icrâ etmek istiyorlar.
Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet sefâhete girmiş, sefâhette tiryaki olmuş, sefâhete mâni olan tekâlif-i şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki:
"Şu mesâil, içtihâdiyedirler. O mesâilde mezhebler birbirine muhâlif gidiyor. Hem, onlar da bizim gibi insanlardır, hatâ edebilirler. Öyle ise, biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?"
İşte bu bedbahtlar, bu desîse-i şeytâniye ile, başlarını mezâhibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu dâvâları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Sözde katî bir sûrette gösterildiğinden, ona havale ederiz.
Sâniyen, o kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidîn, nazariyâta ve katî olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhebsiz ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kâbil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve katî erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette zarûriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahabelere ilişecekler.
Heyhât! Değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyânın büyükleri, Sahabenin küçüklerine karşı müsâvât dâvâsını kazanamadıkları, gayet katî bir sûrette Yirmi Yedinci Sözde ispat edilmiştir.
Allah'ım, "Sahabîlerime dil uzatmayınız. Biriniz Uhud Dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, Sahabîlerimden birinin verdiği bir avuç kadar olmaz" (Allah'ın Resûlü doğru söyledi) [Müslim, Fedâil: 221; Tirmizî, Menâkıb: 58; İbn-i Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 3:11; Buhârî, Fedâilü Ashâbü'n-Nebî: 5.] buyuran Resûlün Muhammed'e salât ve selâm eyle. |
| |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: sözler risalesi 03.10.08 16:16 | |
| |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: sözler risalesi 02.09.09 9:40 | |
| |
| | | | sözler risalesi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|