sitem sitem |
|
| sözler risalesi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: sözler risalesi 13.09.08 18:29 | |
| Konunun ilk mesajı :BİRİNCİ SÖZ (BİSMİLLAH RİSALESİ)
-1- -2- -3- Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim "Sekiz Söz"ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. BİRİNCİ SÖZBismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin -tâ şakîlerin şerrinden kurtulup, hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
2- Ve sâdece Ondan yardım dileriz.
3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.), onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
En son ebrar tarafından 13.09.08 18:39 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:02 | |
| Hem, her bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i katiyesi, Kur'ân'ın hakâik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümûne olarak bir misâl zikrederiz. Meselâ, küre-i arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyâre gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nispeten küçük bir mahlûk. Fakat, ehl-i Kur'ân nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan, en câmi', en bedî ve en âciz, en azîz, en zayıf, en latîf bir mucize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nispeten maddeten küçüklüğüyle ve hakâretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu'cizât-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkiyesi, nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma'kesi, hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli enva-ı sağîresinden cevâdâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta numûnegâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nispeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi, denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren, -1- diyor. İşte sâir mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. Dördüncü Dal -2-
1- Göklerin ve yerin Rabbi. (Kehf Sûresi: 14; Sad Sûresi: 66; Zuhruf Sûresi: 82; Nebe' Sûresi: 37.) 2- Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde eder. Birçoğu da vardır ki, onlar üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi hor kılarsa, onu saadete kavuşturacak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar. [Hac Sûresi: 18. (Bu âyet secde âyetidir.)] | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:02 | |
| Şu büyük ve geniş âyetin hazînesinden yalnız bir tek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki: Kur'ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden, semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar her şey Cenâb-ı Hakka secde ve ibâdet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibâdetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibâdetlerinin tenevvüünün bir nevini bir temsil ile beyân ederiz. Meselâ, , azîm bir mâlikü'l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı binâ ettiği vakit, o zât dört nevi ameleyi onun binâsında istihdam ve istimâl eder. Birinci nevi, onun memlûk ve köleleridir. Bu nevin, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin methinden ve vasfından ne deseler onların zevkini ve şevkini ziyâde eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine intisablarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifâ ediyorlar. Hem o seyyidin nâmiyle, hesâbiyle, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar. İkinci kısım ki, bâzı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimâl ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz'î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gâyeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hattâ bâzıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine âit o ücret ve maaşından başka gâyesi yoktur. Üçüncü kısım: O mâlikü'l-mülkün bir kısım hayvanâtı var; onları o şehrin, o sarayın binâsında bâzı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidadlarına muvâfık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel sûretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir; ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir. Onunla iktifâ ederler. Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sâir ameleler ne için işliyorlar ve o mâlikü'l-mülkün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin sâir amelelere bir riyâset ve nezâretleri var. Onların derecât ve rütbelerine göre derece derece maaşları var. Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü'l-âlemîn-değil ihtiyaç için, çünkü her şeyin Halıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin şuûnâtı gibi bâzı hikmetler için-şu kâinat sarayında, şu daire-i esbâb içinde hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemâdât ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Şu dört nevi, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.
En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:03 | |
| Birinci kısım: Temsilde memlûklere misâl, melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarıyla tegaddî edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk oldukları için gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler Ma'budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin umumi bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i müekkel nezâret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.
Hem de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir. Umumuna Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret etmekle Cenâb-ı Hakka ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mîkâil Aleyhisselâm şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara müşâbehetleri yoktur. Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir ve Onun nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız Rubûbiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev'e bir nevi ilham etmek ve o nevin ef'âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmek; hem onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve bâzı gâyelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir, belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü, herşeyde Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri değildir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:03 | |
| Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ, meşhur bülbül kuşu; Haşiye gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gâye için onu istimâl ediyor:
Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.
İkincisi: Rahmân'ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.
Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.
Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.
Beşincisi: Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-Cemâli ve'l-İkramın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.
İşte, şu beş gâyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gâyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gâyesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. "Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar" meşhurdur. Hem, bülbül şu gâyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkâtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi senin bildiğine zarar vermez.
Ammâ o bülbülün cüz'î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazinesi, hayvanî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır.
Bülbüle nahli, fahli, ankebût ve nemli; yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gâyeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san'at-ı Rabbâniyedeki mühim gâyelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip, bir cüz'î maaş alır; öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvanâtın, birer cüz'î maaşları vardır.
Haşiye: Bülbül şâirâne konuştuğu için şu bahsimiz de bir parça şâirâne düşüyor. Fakat hayal değil, hakikattir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:03 | |
| Bülbül bahsine bir tetimmeSakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihâtın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki, ekser envain herbir nevinin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nevin en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbih ile, en latîf sec'alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efrâdı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihâtlarını güzel sec'alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar. Onlardan bir kısmı leylîdir; gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasîdehan enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudâtın sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhanlarıdır ve o meclis-i havlette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, her birisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler. Diğer bir kısmı, nehârîdir; gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarıyla, latîf nağamât ile, sec'alı tesbihât ile, Rahmânirrahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güyâ bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin her birisi lisân-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar. Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir. Elhâsıl: Kâinat sarayında hizmet eden hayvanât, kemâl-i itaatle evâmir-i tekviniyeye imtisâl edip, fıtratlarındaki gâyeleri güzel bir vecihle ve Cenâb-ı Hakkın nâmiyle izhâr ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarz ile Cenâb-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihât ve ibâdât, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar. Üçüncü kısım ameleler, nebâtât ve cemâdâttır. Onların cüz-i ihtiyârîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri ,"hâlisen livechillâhtır" ve Cenâb-ı Hakkın irâdesiyle ve ismiyle ve hesâbiyle ve havl ve kuvvetiyledir. Fakat nebâtâtın gidişâtlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkıh ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzâtları var. Fakat, hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzet ile beraber elemi de var. Cemâdât ve nebâtâtın amellerinde ihtiyâr gelmediği için eserleri de ihtiyâr sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyâr sahibi olanların içinde, arı emsâli gibi vahiy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz-i ihtiyârîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.
Ona, âline ve benzerleri olan diğer peygamberlere en üstün salâvâtlar ve en güzel selâmlar eyle. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:04 | |
| Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın her bir tâifesi, lisân-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîmden suâl ediyorlar, duâ ediyorlar ki, "Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle, saltanat-ı Rubûbiyetini lisânımızla ilân edelim; ve rûy-i arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibâdet etmek için bize tevfîk ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika sanatlarını kendi lisânımızla teşhir etmek için bize bir revac ve seyahate iktidar ver" derler.
Fâtır-ı Hakîm onların mânevî duâlarını kabul edip-ki, bir tâifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir-her tarafa uçup gidiyorlar, tâifeleri nâmına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar-ekser dikenli nebâtât ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi. Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bâzı tâifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki; hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bâzılara da çengelcikleri verip; her temas edene yapışıyor, başka yerlere giderek tâifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika sanatını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da, acı düğelek denilen nebâtât gibi, saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi bir kaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer' eder, Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisânlarla söylettirmeye çalışırlar; ve hâkezâ, kıyas et.
Fâtır-ı Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gâyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dal karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.
Dördüncü kısım, insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar, hem melâikeye benzer, hem hayvanâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezâretin şümûlünde, mârifetin ihâtasında, Rubûbiyetin dellâllığında meleklere benzer; belki insan daha câmi'dir. Fakat, insanın şerîre ve iştihâlı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyât ve tedenniyâta mazhardır. Hem, insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.
Öyle ise, insanın iki maaşı var: Biri cüz'îdir, hayvanîdir, muacceldir; ikincisi melekîdir, küllîdir, müecceldir. Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyât ve tedenniyâtı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir; hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyâde beyân edilmiş. Onun için şurada ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamü'r-Râhimînden rahmet kapılarını bize açmasını ve şu sözün tekmîline tevfîkını refîk eylemesini niyaz ile, kusurumuzun ve hatâmızın afvını talep ile hatmediyoruz. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:04 | |
| Beşinci Dal
Beşinci Dalın "Beş Meyve"si var.
Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.
İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde, havf elîm bir belâdır.
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.
Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.
Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:05 | |
| Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma'bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifâ eder. Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın. Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi yırt, -1- 'yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmânü'r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz'î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et: -2-
1- O [Allah]. 2- Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân Sûresi: 31.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:05 | |
| İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız. Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış. İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duâm kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle: Eğer desen: "Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?" Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım." Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim." İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. (Yûnus Sûresi: 58.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:05 | |
| Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, "Yâ Halıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim." Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. "Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır," şu sırra işaret eder. Hem, gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sırdan anlaşılır. Hem, nasıl bir zâbit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahlûkata zâbitlik eden ve hayvanât ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudât-ı arzıyeye halîfelik etmeye kâbil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telâkkî eden insan, der; bütün halkın ibâdetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma'bud-u Zülcelâle takdim eder. Hem der; bütün mevcudâtı kendi hesâbına söylettirir. Hem, der; her şey nâmına bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmedî (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.
Câmiü's-Sağîr, 6:291, 292; Ramûzü'l-Ehâdis, s. 453; Kenzü'l-Ummâl, 3:419, hadîs no: 7236. 1- Bütün canlıların yaptıkları fıtrî ibadetler Allah'a mahsustur. 2- Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlarının ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz. 3- Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.) 4- Bütün mahlûkatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz. 5- Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed'e rahmet eyle. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:06 | |
| Üçüncü Meyve: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibâdete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et. Çünkü, bir muâmele-i şer'iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibâdet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ, birşeyi satın aldın; icâb ve kabul-ü şer'iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış verişin bir ibâdet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer'î, bir tasavvur-u vahiy verir; o dahi, şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlâhî verir; o dahi, bir huzur verir. Demek, Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle, bu fânî ömür bâkî meyveler verecek bir hayat-ı ebediyeye medâr olacak olan faydalar elde edilir. fermanını dinle; Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri intişâr eden Esmâ-i Hüsnânın herbir isminin feyz-i tecellîsine bir mazhar-ı câmi' olmaya çalış. Dördüncü Meyve: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefâhete, hususan ehl-i küfre bakıp, sûrî zînet ve aldatıcı gayr-i meşrû lezzetlerine aldanıp, taklit etme. Çünkü, sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın; pekçok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın; çünkü, senin başındaki akıl, meş'um bir âlet olur, senin başını dâimâ dövecektir. Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşâub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyâyı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sâir menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir. Hırsızlar istifade edemezler. İşte ey nefsim! Birinci saray bir Müslümandır; Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde, o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez; belki hiçbir kemâlâtın yeri, ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latîfeler karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribât ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribât ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribât zararını onunla tâmir edersin? Halbuki, ecnebîler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bâzı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medâr olacak Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imânları ve Halıklarına bir çeşit îtikadları kalabilir.
Siz de hem Allah'a, hem de Ona ve Onun bütün sözlerine İmân eden o ümmî Peygambere, resûlüne İmân edin ve o Peygambere uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız. (A'râf Sûresi: 158.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:06 | |
| Ey nefs-i emmâre! Eğer desen, "Ben, ecnebî değil, hayvan olmak isterim." Sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zîrâ, kafandaki akıl olduğu için, o akıl, geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla, senin yüzüne, gözüne, başına çarparak döğüyor; bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem, -1- sille-i te'dibini gör." Beşinci Meyve: Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihetü'l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde'ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir. Nasıl ki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zâyi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetü'l-vahdetini tutmakla beraber ağacın bekâsına ve hakikatinin devamına vâsıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i dâimeye, bir ömr-ü bâkî içinde mazhar oluyor. Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânîlerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fânî, hem ademe düşer; hem mânen kendini idâm eder. Eğer lisân-ı Kur'ân'dan kalb kulağıyla İmân derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin mi'racıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir, bâkî bir insan olur. Ey nefsim! Mâdem hakikat böyledir ve mâdem millet-i İbrâhimiyedensin (a.s.), İbrâhimvâri, -2- de. Ve Mahbub-u Bâkîye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla: [Buradaki Fârisî beyitler, On Yedinci Sözün İkinci Makamında yazılmakla burada yazılmamıştır.]
1- Hayvan gibi, hattâ onlardan da aşağıdırlar. (Furkan Sûresi: 44.) 2- Ben batıp gidenleri sevmem. (En'âm Sûresi: 76.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:06 | |
| Yirmi Beşinci SözMu'cizât-ı Kur'âniye RisâlesiElde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur'ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir? İhtar [Şu Sözün başında Beş Şûleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şûlenin âhirlerinde eski hurufâtla tâb etmek için gayet sür'atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bâzı gün yirmi otuz sayfayı iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için Üç Şûleyi ihtisâren, icmâlen yazarak İki Şûleyi de şimdilik terk ettik. Bana âit kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsâmaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.] Bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş. gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında, üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.
</HR> Güneş döner (Yâsin Sûresi: 38) • Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe Sûresi: 7.) Hem bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat, o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibâresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyân etmiş. Said Nursî | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:11 | |
| Mu'cizât-ı Kur'âniye RisâlesiMahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (a.s.m.) olan Kur'ân-ı Hakîm-i Mu'cizü'l-Beyânın hadsiz vücûh-u i'câzından kırka yakın vücûh-u i'câziyeyi Arabî risâlelerimde ve Arabî Risâle-i Nur'da ve İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde ve geçen şu Yirmi Dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece beyân ve sâir vücûhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir Mukaddeme ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz. MukaddemeÜç Cüz'dür.Birinci Cüz: Kur'ân nedir, tarifi nasıldır? Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyân edildiği ve sâir Sözlerde ispat edildiği gibi, Kur'ân, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi; ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercümân-ı ebedîsi; ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitâbının müfessiri; ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı; ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı; ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı; ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazînesi; ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi; ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası; ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı; ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi;
</HR> Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:11 | |
| ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi;
ve insana hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddestir.
Hem, bütün evliyâ ve sıddîkîn ve ürefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütüphâne hükmünde bir kitâb-ı semâvîdir.
İkinci Cüz ve Tetimme-i târif: Kur'ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyân ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle, Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudâtın İlâhı ünvânıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Halıkı nâmına bir hitâbdır; hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir; hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır; hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvânı, kemâl-i liyâkatle Kur'ân'a verilmiş ve dâimâ da veriliyor. Kur'ân'dan sonra sâir enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimât-ı İlâhiye ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususi bir tecellî ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhmât sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibâriyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz: Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risâlelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden; ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ü şübehâtın zulümâtından musaffâ; ve nokta-i istinâdı bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gâyesi bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe, hâlis hidâyet; üstü, bizzarûre, envar-ı imân; altı, biilmelyakîn, delil ve bürhan; sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn, teshîr-i akıl ve iz'an; meyvesi, bihakkalyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitâb-ı semâvîdir.
Kur'ân'ın tarifine dâir üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde katî ispat edilmiş veya ispat edilecektir; dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhan-ı katî ile müberhendir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:11 | |
| Birinci ŞûleBu Şûlenin Üç Şuâ-ı var. Birinci ŞuâDerece-i i'câzda belâgat-ı Kur'âniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki; benî Âdem'in en dâhî ediblerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya dâvet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya dâvet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvâta vuran o dâhîler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler. İşte, belâgatındaki vech-i i'câzı İki Sûretle işaret ederiz. BİRİNCİ SURETİ'câzı vardır ve mevcuddur. Çünkü, Cezîretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibâriyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuât-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durûb-u emsâllerini kitâbet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhâfaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslâftan ahlâfa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyâde revaç bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabîlenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zekî kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymettar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlâha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallâkât-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasîdesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân nüzûl etti. Nasıl ki, zamân-ı Mûsâ Aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâmda tıb revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit büleğâ-i Arabı en kısa bir sûresine mukabeleye dâvet etti. fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: "İmân getirmezseniz mel'unsunuz, Cehenneme gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli sûrette kırıyor.
</HR> Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. (Bakara Sûresi: 23.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:12 | |
| O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idâm ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."
İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin. Evet o zekî kavim, o siyâsî millet ki, bir zaman âlemi siyâsetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin; hiç kâbil midir? Çünkü, edibleri birkaç hurufâtla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhâldi; onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.
Hem, Kur'ân'ı tanzîr etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var: Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmî olsun, her kim ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzîr edemez." Şu halde, ya Kur'ân, bütününün altındadır-bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhâldir-veya Kur'ân o yazılan umum kitapların fevkındedir.
Eğer desen: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi, kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın, birbirinin yardımı da mı fayda etmedi?"
Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâbın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.
İKİNCİ SURET
Belâgatındaki i'câz-ı Kur'ânînin hikmetini Beş Noktada beyân edeceğiz.
Birinci Nokta: Kur'ân'ın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metânet, İşârâtü'l-İ'câz baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münâsebâtındaki intizamı, öyle bir tarzda İşârâtü'l-İ'câz'da âhirine kadar beyân edilmiştir; kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu sûrette görebilir. Yalnız bir iki misâl, bir cümlenin hey'âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:12 | |
| Meselâ: Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte lâfzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar. lâfzı, azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder. lâfzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre, tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir. Kılleti ifâde eder. 'daki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. lafzı, teb'îz içindir. Bir parça demektir. Kılleti ifâde eder. lâfzı; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işâret eder. lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksâd-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misâl bir derece lafz ve maksada bakar. İkinci misâl: Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder. Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, lâfzındaki -i teb'îz ile o şartı ifade eder
</HR> 1- And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa. (Enbiyâ Sûresi: 46.) 2- Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar. (Bakara Sûresi: 3.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:12 | |
| İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir. Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta 'daki lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur." Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta lâfzı işaret ediyor. Beşinci Şart: Allah nâmına vermektir ki, ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma lâfzındaki umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki; mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ: -1- de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sûreler vardır. Meselâ: -2-
</HR> 1- De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.) 2- De ki: O Allah'tır. Çünkü O Ehad'dir. Çünkü O Samed'dir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğrulmamıştır. Çünkü O hiçbir kimse kendisine denk olmayandır. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:13 | |
| hem, -1- hem, -2- Daha sen buna göre kıyas et. Meselâ, -3- Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir, diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münâsebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hâsıl olur. İşârâtü'l-İ'câz'da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü'l-İ'câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerh etmiştir. İkinci Nokta: Mânâsındaki belâgat-ı hârikadır. On Üçüncü Sözde beyân olunan şu misâle bak. Meselâ, -4- âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur'ân'dan evvel Asr-ı Câhiliyette, sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'ân'ın lisân-ı semâvîsinden, veyahut, -5- gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudât-ı âlem .. sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, sayhasıyla ve nûruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikatedâ ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanlar ve nebâtlar birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder.
</HR> 1- Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O, doğmamıştır; çünkü O, herşey Kendisine muhtaç olan, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır; çünkü O, Ehad'dir; çünkü O, Allah'tır. 2- O, Allah'tır. O halde, Ehad'dir; o halde, Samed'dir. Öyle ise doğurmamıştır, öyle ise doğrulmamıştır; öyle ise O, hiçbir şey Kendisine denk olmayandır. 3- Elif lâm mim. • Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Sûresi: 1-2.) 4- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.) 5- Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:18 | |
| Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misâle bak: -1- -2- âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakâreti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız. Nasıl cesâret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler? Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahlûklar, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler." Daha sâir âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
1- Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? (Rahmân Sûresi: 33-36.) 2- And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. (Mülk Sûresi: 5.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:19 | |
| Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadır. Evet, Kur'ân'ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem acîbdir, hem muknîdir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklid etmemiş; hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini dâimâ muhâfaza etmiş ve ediyor. Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misâl gibi mukattaât hurûfundaki üslup-u bediîsi, beş altı lem'a-i i'câzı tazammun ettiğini İşârâtü'l-İ'câz'da yazmışız. Ezcümle: Bir sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rihve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kâbil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak bütün aksâmını tansîf etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimâl içinde mütereddit yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansîf etmek kâbil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz, tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem'a-i i'câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrâr-ı huruf ulemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaâttan çok esrar istihrâc etmişler ve öyle hakâik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaât kendi başıyla gayet parlak bir mu'cizedir. Onların esrârına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız İşârâtü'l-İ'câz'da şunlara dâir beyân olunan beş altı lem'a-i i'câza havale etmekle iktifâ ediyoruz. Şimdi, esâlîb-i Kur'âniyeye sûre itibâriyle, maksad itibâriyle, âyât ve kelâm ve kelime itibâriyle birer işaret edeceğiz. Meselâ, Sûre-i Amme'ye dikkat edilse, öyle bir üslup-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef'âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar ispat eder gibi kalbi iknâ eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki: Şu sûrenin başında, Kıyâmet Gününü ispat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hânenize ve hayatınıza defîneli direk, hazîneli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı râhatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maîşet; güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi, ondan suyu akıttım; basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan Kıyâmet sizi bekliyor; o günü getirmek Bize ağır gelemez." İşte bundan sonra Kıyâmette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir sûrette ispatlarına işaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar; âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek sûrenin başındaki dağ, Kıyâmetteki dağların haline bakar ve bağ ise âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve bağa bakar. İşte sâir noktaları buna kıyas et; ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör.
Bakara Sûresi: 1; İbrâhim Sûresi: 1; Tâhâ Sûresi: 1; Yâsin Sûresi: 1; Şûrâ Sûresi: 1-2. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:19 | |
| Meselâ, -1- (ilâ âhir) öyle bir üslup-u âlîde benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deverânındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslup ile beyân eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshîr eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazîneyi açmayacağız. Meselâ, -2- gök ve zeminin Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslup ile beyân eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücâhede ve manevra ve ahz-ı asker şûbeleri gibi mücâhedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücâhede, o muâmele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimâl etmek için o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisâniyle veya nutka gelip kendi lisâniyle der ki: "Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip, dışarı atayım; sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkâdız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife âit eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder. Derler: "Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et; hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et. Hem meselâ, -3-
1- De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. (Âl-i İmrân Sûresi: 26.) 2- Gök yarıldığında • Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. • Yer dümdüz edildiğinde. • İçinde ne varsa atıp boşaldığında. • Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. (İnşikak Sûresi: 1-5.) 3- Ve denildi ki: "Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut." Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve "Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi. (Hûd Sûresi: 44.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:19 | |
| İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için, bir üslûbunu, bir temsil aynasında göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder, o anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü's-sâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular" der. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisâl kavm-i Nûh'un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş; vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: "Ey arz, suyunu yut; ey semâ, dur, işin bitti! Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zâlimler cezalarını buldular." İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki mutî asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslup işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki mutî asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakâikıyla birkaç cümlede îcâzlı, i'câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda beyân eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye kıyas et. Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak: Meselâ, -1- 'deki -2- kelimesine bak, ne kadar latîf bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki: Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir. Kameri hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semânın yeşil perdesi arkasında güyâ bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nurânî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyyâ o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayalî olan gözüne göstermekle, medâr-ı maîşetlerinin en mühimi hurma ağacı olan sahrânişînlerin nazarında ne kadar münâsip, güzel, latîf, ulvî bir üslup-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın. Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, -3- 'deki tecrî kelimesi şöyle bir üslup-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tâbiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtar ile, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sayfalarında Kalem-i Kudretin yazdığı mektubât-ı Samedâniyeye nazarı çevirir. Halık-ı Zülcelâlin hikmetini i'lâm eder.
1- Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir. (Yâsin Sûresi: 39.) 2- Kurumuş hurma dalının ince yay hali gibi. (Yâsin Sûresi: 39.) 3- Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 39.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:20 | |
| -1- yani, lâmba tâbiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki, şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâniin haşmetini ve Halıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak ma'bud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tâbirinde, Halıkın azamet-i rubûbiyetindeki rahmetini ihtar eder, rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsâs eder; ve bu ihsâsta vahdâniyeti i'lâm eder; ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibâdete lâyık olamaz." Hem, cereyân-ı tecrî tâbirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acîbeyi ihtar eder ve o ihtarda rubûbiyetinde münferit bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sayfalarına çevirir ve o sayfalarda yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder. Evet, Kur'ân, güneşten güneş için bahsetmiyor, belki onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem, güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor, belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizâmına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelînin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicâmına bir mekik vazifesi yapıyor. Daha sâir kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdetâ basit, me'lûf birer kelime iken, latîf mânâların defînelerine birer anahtar vazifesini görüyor. İşte ekseriyetle üslup-u Kur'ân'ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzan bir bedevî Arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî, -2- kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok," dedi. "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."
1- Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.) 2- Artık emrolunduğun şeyi açıkla. (Hicr Sûresi: 94.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:20 | |
| Dördüncü Nokta: Lâfzındaki fesâhat-i hârikasıdır. Evet, Kur'ân mânen üslup-u beyân cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selîs bir fesâhati vardır. Fesâhatin katî vücuduna usandırmaması delildir ve fesâhatin hikmetine fenn-i beyân ve maânînin dâhî ulemâsının şehâdetleri bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekerâtta olanın damağına şerbet gibi oluyor, zemzeme-i Kur'ân onun kulağında ve dimâğında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'ân, kulûba kût ve gıdâ ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan, usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız; fakat, en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur'ân, hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve hârika bir fesâhat olduğundandır ki, usandırmıyor. Dâimâ gençliğini muhâfaza ettiği gibi, tarâvetini, halâvetini de muhâfaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'ân'ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların hiç sözlerine benzemez; olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte, Kur'ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesâhatinden hayran oluyorlar. Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesâhatin esbâbını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız numûne olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyenin vaziyetiyle hâsıl olan bir selâset ve fesâhat-i lâfzıyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i'câzı göstereceğiz. İşte: -1- (ilâ âhir.) İşte şu âyette bütün hurûf-u hecâ mevcuddur. Bak ki, sakîl, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde, selâsetini bozmamış; belki, bir revnak ve muhtelif tellerden mütenâsib, mütesânid bir nağme-i fesâhat katmış.
</HR> 1- Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden ihlâs ile İmân etmiş olanları o uyku sarıverdi. (Âl-i İmrân Sûresi: 154.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:21 | |
| Hem, şu lem'a-i i'câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan yâ ile elif en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. ile Haşiye 1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. , , mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için herbiri üç defa; , kardeş oldukları halde, daha hafif altı defa, sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. , , , mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için, herbirisi ikişer defa; ve ile beraber ikisi sûretinde ittihad ettikleri ve , sûretinde hissesi 'ın yarısıdır. Onun için kırk iki defa, onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. Hemze, ile mahreççe kardeş oldukları için, hemze Haşiye 2 on üç; bir derece daha hafif olduğu için, on dört defa; , , kardeş oldukları için 'ın bir noktası fazla olduğu için on; dokuz, dokuz; dokuz, on iki ( 'nin derecesi üç olduğu için on iki defa) zikredilmiştir. , 'ın kardeşidir, fakat ebced hesâbiyle iki yüz, otuzdur; altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem, telâffuzca tekerrür ettiğinden sakîl olup, yalnız altı defa zikredilmiştir. , , , sıkletleri ve bâzı cihât-ı münâsebât için birer defa zikredilmiştir. , 'dan ve hemze'den daha hafif ve 'dan ve 'ten daha sakîl olduğu için on yedi defa (sakîl hemze'den dört derece yukarı, hafif 'ten dört derece aşağı) zikredilmiştir. İşte şu hurûfun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münâsebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakîk ve ince nazm ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhâldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acîb ve nizâm-ı garip, selâset ve fesâhat-i lâfzıyeye medâr olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurufâtında böyle intizam gözetilmiş, elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse "Mâşaallah," akıl anlasa "Bârekâllah" diyecek.
</HR> Haşiye 1: Tenvin dahi nun'dur. Haşiye 2: Hemze, melfuz ve gayr-i melfuz yirmi beştir ve hemze'nin sâkin kardeşi elif'ten üç derece yukarıdır; zîrâ hareke üçtür. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:21 | |
| Beşinci Nokta: Beyânındaki berâattir; yani, tefevvuk ve metânet ve haşmettir. Nasıl ki, nazmında cezâlet, lâfzında fesâhat, mânâsında belâgat, üslûbunda bedâat var; beyânında dahi fâik bir berâat vardır. Evet terğib ve terhib, medih ve zemm, ispat ve irşâd, ifhâm ve ifham gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakât-ı hitâbiyede beyânât-ı Kur'âniye en yüksek mertebededir. Meselâ: • Makam-ı terğib ve teşvikte, hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i -1- 'de beyânâtı, Haşiye 1 âb-ı Kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, hûri libası gibi güzeldir. • Makam-ı terhib ve tehditte, pekçok misâllerinden, meselâ -2- sûresinin başında beyânât-ı Kur'âniye, ehl-i dal sımâhında kaynayan rasâs gibi, dimâğında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî' gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve -3- söylemesi, söylenmesi, o Zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir. • Makam-ı medhin binler misâllerinden, başında -4- olan beş sûrede beyânât-ı Kur'âniye güneş gibi parlak, Haşiye 2 yıldız gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir. • Makam-ı zemm ve zecirde, binler misâllerinden, meselâ -5- âyetinde dahi zemmi altı derece zemmeder; gıybetten, altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Mâlûmdur; âyetin başındaki hemze, sormak, "âyâ" mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.
</HR> Haşiye 1: Şu üslup-u beyân, o sûrenin meâlinin libasını giymiş. Haşiye 2: Şu tâbirâtta o sûrelerdeki bahislere işaret var.
</HR> 1- İnsan üzerinden öyle bir devir geçti ki. (İnsan Sûresi: 1.) 2- Dehşeti her şeyi kaplayan Kıyâmetin haberi sana geldi mi? (Gâşiye Sûresi: 1.) 3- Neredeyse öfkeden parçalanacak! (Mülk Sûresi: 8.) 4- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri) 5- Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Hucurât Sûresi: 12.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:21 | |
| İşte birinci: Hemze ile der: "âyâ, suâl ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor." İkincisi: lâfzı ile der: "âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever." Üçüncüsü: kelimesiyle der: "Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimâiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder." Dördüncüsü: kelâmıyla der: "İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz." Beşincisi: kelimesiyle der: "Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz. Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz." Altıncısı: kelâmıyla der: "Vicdânınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor." Demek, zemm ve gıybet aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak; nasıl ki şu âyet, îcâzkârâne, altı mertebe, zemmi zemmetmekle i'câzkârâne altı derece o cürümden zecreder. • Makam-ı ispatta, binler misâllerinden, meselâ * 'de, haşri ispat ve istib'âdı izâle için öyle bir tarzda beyân eder ki, fevkınde ispat olamaz. Şöyle ki: Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Beşinci Lem'asında ispat ve izah edildiği gibi, "Her bahar mevsiminde ihyâ-i arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numûnelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, haşir ve Kıyâmet ağır olamaz," der.
</HR> * Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 50.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:22 | |
| Hem, zeminin sayfasında yüz binler envâı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsız, kusursuz yazmak birtek Vâhid-i Ehadin sikkesi olduğundan, şu âyetle, güneş gibi Vahdâniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve katî, Kıyâmet ve haşri gösterir. İşte, lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok sûrelerde tafsil ile zikreder. Meselâ, Sûre-i -1- 'de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyânla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi katî bir sûrette kanaat verir. İşte bak; kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek, "Bu acîbdir, olamaz" demelerine cevaben, -2- ilâ âhir, -3- 'ye kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor; kalbe, hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor. Hem, makam-ı ispatın en latîf misâllerinden, -4- der. Yani, "Hikmetli Kur'ân'a kasem ederim, sen resûllerdensin." Şu kasem işaret eder ki, risâletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkâniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: "Sen resûlsün; çünkü, senin elinde Kur'ân var. Kur'ân ise, haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i'câz var." • Hem, makam-ı ispatın îcâzlı ve i'câzlı misâllerinden, şu: -5- Yani, "İnsan der: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen, de: 'Kim onları bidâyeten inşâ edip hayat vermiş ise, o diriltecek.'" Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zât, efrâdı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir."
</HR> 1- Kaf. Şerefi pek yüce olan Kur'ân'a yemin olsun. (Kaf Sûresi: 1.) 2- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. (Kaf Sûresi: 6.) 3- İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 11.) 4- Yâsin • Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun • Ki, sen Allah tarafından insanlara gönderilmiş peygamberlerdensin. (Yâsin Sûresi: 1-3.) 5- Dedi: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" • De ki: "Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir. (Yâsin Sûresi: 78-79.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:22 | |
| Sen ey insan, desen "İnanmam!" Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, "Hiçten, yeniden, ordu-misâl bütün hayvanât ve sâir zîhayatın tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i ile kaydedip birleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-hayat envalarını, tâifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyeyi bir sayha ile, Sûr-u İsrâfil'in borusu ile nasıl toplayabilir?" istib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir. • Makam-ı irşâdda, beyânât-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakîktir ve o derece mûnis ve şefîktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misâllerinden, yalnız şu -1- (ilâ âhir), Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasında ispat ve izah edildiği gibi, benî İsrâil'e der: "Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu'cizesine karşı sert taş on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ Aleyhisselâmın bütün mu'cizâtına karşı lâkayd kalıp, gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor." O sözde şu mânâ-i irşâdî izah edildiği için oraya havale ederek, burada kısa kesiyorum. • Makam-ı ifhâm ve ilzamda, binler misâllerinden yalnız şu iki misâle bak: Birinci misâl: -2- Yani, "Eğer, bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehâdet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazîre yapınız." İşârâtü'l-İ'câz'da izah ve ispat edildiği için burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki: 1- Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. (Bakara Sûresi: 74.) 2- Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın-eğer iddiânızda doğru iseniz. (Bakara Sûresi: 23.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:22 | |
| Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân diyor: "Ey ins ve cin! Eğer Kur'ân, kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü'l-Emîn dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitâbet görmemiş bir ümmîden bu Kur'ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. "Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. "Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleğânız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ân'a bir nazîre yapınız. "Bunu da yapamazsanız, haydi, kâbil-i taklid olmayan hakâik-ı Kur'âniyeden ve mânevî çok mu'cizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazîre olarak bir eser yapınız." -1- ilzâmıyla der: "Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyât ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. "Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, bütün Kur'ân kadar olmasın, yalnız , on sûresine nazîre getiriniz. "Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, birtek sûresine nazîre getiriniz. "Bu da çoktur; haydi, kısa bir sûresine bir nazîre ibraz ediniz. "Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde-çünkü, haysiyet ve nâmusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. yoksa dünyada haysiyetsiz, nâmussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette -2- işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. "Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladınız; elbette sekiz defa, Kur'ân dahi mu'cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imâna geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!" İşte, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın makam-ı ifhâmdaki ilzamına bak ve de: -3- Evet, beyân-ı Kur'ân'dan sonra beyân olamaz ve hâcet kalmaz.
</HR> 1- Ve düzme ve uydurma da olsa onun gibi on tane sûre getirin. (Hûd Sûresi: 13.) 2- Yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakının. (Bakara Sûresi: 24.) 3- Kur'ân'ın beyân ve ifadesinden sonra beyân ve açıklama yoktur | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:23 | |
| İkinci misâl:
-1- İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyân-ı ifhâmiyeye misâl için bir hakikatini beyân ederiz. Şöyle ki: -2- lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dal aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşe'lerini kapatır. Ehl-i dal için, içine girip saklanacak şeytânî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dal bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir tâifenin hulâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile iptal eder, ya butlânı zâhir olduğundan sükûtla butlânını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsîlen reddedildiği için, burada mücmelen işaret eder.
</HR> 1- Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? • Sen "Bekleye durun," de. "Ben de sizinle beraber bekliyorum." • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur'ân'ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 29-43.) 2- Yoksa, yoksa. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:23 | |
| Meselâ, birinci fıkra -1- âyetine işaret eder. On beşinci fıkra ise -2- âyetine remzeder. Daha sâir fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki: Başta diyor: "Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zîrâ kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehâdet eder. " -3- âyâ, acaba muhâkemesiz, âmî kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: 'Bekleyiniz, ben de bekliyorum.' Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinâtından müstağnîdir. " -4- Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, 'Aklımız bize yeter' deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. " -5- Yahut, inkârlarına sebep, tâğî zâlimler gibi, Hakka serfürû etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zâlimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkıbetleri mâlûmdur. " -6- Veyahut yalancı, vicdansız münâfıklar gibi, 'Kur'ân senin sözlerindir' diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar 'Muhammedü'l-Emîn' diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur'ân'ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar. " -7- Veyahut, kâinatı abes ve gâyesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gâyesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir; ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
</HR> 1- Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.) 2- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22..) 3- Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? (Tûr Sûresi: 30.) 4- Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar? (Tûr Sûresi: 32.) 5- Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? (Tûr Sûresi: 32.) 6- Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 33.) 7- Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? (Tûr Sûresi: 35.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:23 | |
| " -1- Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, 'Kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar" mı tahayyül ediyorlar ki, imândan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek, kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler; hayvandan, belki cemâdâttan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say; bakma, ehemmiyet verme. " -2- Veyahut Halıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'ân'ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücudlarını inkâr etsinler; veyahut 'Biz halk ettik' desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divâneliğin hezeyânına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar; zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek, yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa, bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitâbını, kâtipsiz zannediyorlar? " -3- Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyârını nefyeden bir kısım hükemâ-i dâlle gibi ve Berâhime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana İmân getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudâtta görünen ve ihtiyâr ve irâdeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gâyâtı ve intizamâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inâyâtı ve bütün enbiyânın bütün mu'cizâtlarını inkâr etsinler. Veya 'Mahlûkata verilen ihsanâtın hazîneleri yanımızda ve elimizdedir' desinler, kâbil-i hitâb olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma, 'Allah'ın akılsız hayvanları çoktur' de. " -4- Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
</HR> 1- Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? (Tûr Sûresi: 35.) 2- Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 36.) 3- Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? (Tûr Sûresi: 37.) 4- Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? (Tûr Sûresi: 37.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:24 | |
| " -1- Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir. " -2- Veyahut, ukûl-u aşere ve erbâbü'l-envâ nâmiyle, şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehadve Samedin vücûb-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğnâ-i mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münâfi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkîn, fânî, bekâ-i nevine muhtaç ve cismânî ve mütecezzî, tekessüre kâbil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahlûklar için, vâsıta-i tekessür ve teâvün ve râbıta-i hayat ve bekâ olan tenâsül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekâsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem, o âciz, mümkîn, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyânına kulak verilmez. " -3- Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve bedduâlarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil. " -4- Veyahut, gaybâşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dâir tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan mâlûmât alarak yazıyorlar hülyâsında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri sana fütur vermesin. Zîrâ az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyâlarını zîr ü zeber edecek.
</HR> 1- Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.) 2- Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? (Tûr Sûresi: 39.) 3- Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? (Tûr Sûresi: 40.) 4- Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? (Tûr Sûresi: 41.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:24 | |
| " -1- Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münâfıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desîselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyâde gayret et. Çünkü, onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri, muvakkattır ve istidrâcdır, bir mekr-i İlâhîdir. " -2- Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer nâmiyle ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecûsiler gibi ve ayrı ayrı esbâba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbâbperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muârazamı ederler? Senden istiğnâ mı ediyorlar? Demek, -3- hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicâm-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki, bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vâli, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin." İşte, silsile-i hakâik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifhâm ve ilzama dâir birtek cevher-i beyânîsini icmâlen beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, "Şu âyetler tek başıyla bir mu'cizedir" sen dahi diyecektin.
</HR> 1- Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. (Tûr Sûresi: 42.) 2- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 43.) 3- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:25 | |
| Ammâ ifham ve tâlimdeki beyânât-ı Kur'âniye o kadar hârikadır, o derece letâfetli ve selâsetlidir; en basit bir âmî, en derin bir hakikati onun beyânından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân çok hakâik-ı gâmızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûrette basitâne ve zâhirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir; öyle de, -1- denilen mütekellim üslûbunda muhatabın derecesine sözüyle nüzûl edip öyle konuşan esâlîb-i Kur'âniye, en mütebahhir hükemânın fikirleriyle yetişemediği hakâik-ı gâmıza-i İlâhiye ve esrâr-ı Rabbâniyeyi müteşâbihât sûretinde, bir kısım teşbihât ve temsilât ile en ümmî bir âmîye ifham eder. Meselâ -2- bir temsil ile, rubûbiyet-i İlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbîrinde mertebe-i rubûbiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icrâ-i hükümet ettiği gibi bir misâlde gösteriyor. Evet, Kur'ân, bu kâinat Halık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak Rubûbiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek o mertebelere çıkanları irşâd ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzûliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zâyi etmeyerek, gayet tarâvette, nihayet letâfette kalarak; gayet suhûletli bir tarzda, sehl-i mümtenî bir sûrette, her âmîye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebâyin pekçok tabakalara dahi ders verip iknâ eden, işbâ eden bir kitâb-ı mu'ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir. Elhâsıl: Nasıl -3- gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zîrâ, Kur'ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imâna dâvet eder. Hem, umumuna imânın ulûmunu tâlim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havâssın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek, Kur'ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervâh, o sofradan gıdâlarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbâlde geleceklere bırakılmıştır. Şu makama misâl istersen, bütün Kur'ân baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddîkîn ve hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ulemâ-i usûlü'l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulemâ ve avâm-ı Müslimîn gibi Kur'ân'ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, "Dersimizi güzelce anlıyoruz." Elhâsıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzı parlıyor.
</HR> 1- Cenâb-ı Hakkın, kullarının anlayış seviyesine göre konuşması. 2- O Rahmân ki hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Tâhâ Sûresi: 5.) 3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:25 | |
| İkinci ŞuâKur'ân'ın câmiiyet-i hârikulâdesidir. Şu Şuânın, Beş Lem'ası var. Birinci Lem'a: Lâfzındaki câmiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet âşikâre görünüyor. Evet, -1- olan hadîsin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur'âniye öyle bir tarzda vaz' edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnun çok vücûhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. • Meselâ, -2- yani "Dağları zemininize kazık ve direk yaptım" bir kelâmdır. Bir âmînin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Halıkına şükreder. Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder. Haymenîşin bir edibin bu kelâmdan nasîbi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder. 1- Birkaç hadîsin birleştirilmiş ifadesi olup, açıklaması Üstadımız tarafından, peşinden yapılmıştır. 2- Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe' Sûresi: 7.)493. Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz. Senin şânın ne yücedir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:25 | |
| Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin bahr-i muhît-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı -1- der. Medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hâne; ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zîrâ, dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gâzât-ı muzırrayı tersîb edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmîsi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhâfaza eder) ve sâir levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazînesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maîşetimize hazînedar tâyin eden Sâni-i Zülcelâli ve'l-İkrama, kemâl-i tâzim ile hamd ü senâ eder. Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasîbi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bâzı inkılâbât ve imtizâcâtın neticesi olarak hâsıl olan zelzele ve ihtizâzâtı dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu; ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâciyle medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurûcu olduğunu; ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imâna gelir, " " -2- der. • Meselâ, -3- 'daki -4- kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-i kâbil bir halde iken; semâyı yağmurla, zemini hazrevâtla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkıh sûretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin işidir ki; rûy-i zemin Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer sûret, zînetli ve kesretli mahlûkata menşe' etmiştir anlar; vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur.
</HR> 1- Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz. Senin şânın ne yücedir 2- Hikmetli yapmak Allah'a mahsustur. 3- Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık. (Enbiyâ Sûresi: 30.) 4- Bitişik iken. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:26 | |
| Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifhâm eder ki: Manzûme-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sâir seyyâreler, bidâyette güneşle mümtezic olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm, o hamuru açıp, o seyyâreleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ cânibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziyâ serptirerek dünyayı şenlendirip, bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, -1- der. • Meselâ, -2- 'daki lâm'ı hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte, -3-'in lâm'ı, avâm o lâm'ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, "Size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faydası dokunmayacak bir sûret alacaktır" anlar. O da, Halık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek -4- der. Ve âlime dahi, o lâm'ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucât-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan mektubât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde tasavvur ederek, güneşin cereyân-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamât-ı âlemi düşündürerek, Sâni-i Hakîmin san'atına -5- ve hikmetine -6- diyerek secdeye kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa lâm'ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvârî bir cereyan ile, manzûmesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsan ile -7- der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur'âniyeye girer.
</HR> 1- Zâtında ve sıfatlarında tek ve bir olan Allah'a İmân ettim. 2- Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 38.) 3- Tayin edilmiş bir yere doğru. 4- Allah her türlü kusur ve noksan sıfattan münezzehtir; ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. 5- Allah dilemiş, ne güzel yaratmış. 6- Allah ne mübârek yaratmış. 7- Büyüklük ve kudret Allah'a mahsustur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:26 | |
| Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm'ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbâb-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, câzibe-i umumiye nâmında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyâreleri güneşle bağlamış; ve o câzibe ile muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyâreleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o câzibeyi tevlid için, güneşin kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebep etmiş. Demek, mânâsı, -1- yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur'ân'ın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillâh, Kur'ân'dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam" der. Ve şâirâne bir fikir ve kalb sahibine şu lâm'dan ve istikrardan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nurânî bir ağaçtır, seyyâreler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczub bir serzakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risâlede şu mânâya dâir şöyle demiştim: Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları. • Hem meselâ, -2-'da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rızâ-i İlâhîyi ricâ eder. Bir kısım, rü'yet-i İlâhiyeyi gâye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pekçok yerlerde, Kur'ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte, der, neye felâh bulacaklarını tâyin etmiyor. Güyâ o sükûtla der: "Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey sâlih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rızâ-i İlâhîye nâil olursun. Ey âşık, sen rü'yete mazhar olursun." Ve hâkezâ.
</HR> 1- Müellifin ifadesi; açıklaması hemen peşinde yapılmış. 2- Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır. (Bakara Sûresi: 5.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:26 | |
| İşte, Kur'ân, câmiiyet-i lâfzıye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan herbirisinin binler misâllerinden yalnız numûne olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssâtı bunlara kıyas edersin. Meselâ, -1- âyeti, o kadar vücûhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakât-ı evliyâ, bütün sülûklarında ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıdâ-i mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü, "Allah" bir ism-i câmi' olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur: -2- ve hâkezâ. Hem meselâ, kasas-ı Kur'âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdetâ asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar. Eğer desen: "Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'ân onları irâde etmiş ve işaret ediyor?" Elcevap: Mâdem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem muhtelif tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benîâdem'e hitâb ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhama göre müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz' edecektir. Evet, İşârâtü'l-İ'câz'da şuradaki mânâlar misillü, kelimât-ı Kur'âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyân ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâgatın kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyânca münâsip ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihat ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûlü'd-din ve ehl-i usûlü'l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur'ân'ın mânâlarındandırlar. O mânâlara derecelerine göre birer emâre vaz' etmiştir; ya lâfzıyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyâk veya sibâk-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emâre o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur'ân'ın câmiiyet ve hârikıyet-i lâfzıyesine katî bir bürhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek, söz çok uzanır. Onun için kısa kesip, kısmen İşârâtü'l-İ'câz'a havale ederiz.
</HR> 1- Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendi günahın için de af dile. (Muhammed Sûresi: 19.) 2- Yani, Ondan başka hiçbir rızık verici yoktur. • Ondan başka hiçbir yaratıcı yoktur. • Ondan başka Rahmân yoktur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:27 | |
| İkinci Lem'a: Mânâsındaki câmiiyet-i hârikadır. Evet, Kur'ân, bütün müçtehidlerin mehazlarını, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini, mânâsının hazînesinden ihsan etmekle beraber, dâimâ onlara rehber ve terakkiyâtlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazînesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği, bütün onlarca musaddaktır ve müttefeku'n-aleyhtir. Üçüncü Lem'a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet, Kur'ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi' ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gâmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız numûne olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur'ân'ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kâsırıma âittir. Dördüncü Lem'a: Mebâhisindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebâhis-i külliyelerini cem' etmekle beraber, nutfeden halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kazâ ve kader mebhaslarına kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut, tâ -1- kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; -2- işârâtıyla, insanın kalbine ve irâdesine müdâhalesinden tut, tâ -3-, yani bütün semâvâtı bir kabzasında tutmasına kadar; -4- zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut,
</HR> 1- Yemin olsun. meleklere. (Mürselât Sûresi: 1.); Yemin olsun esip savuran rüzgâra. (Zâriyat Sûresi: 1.) 2- Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz. (İnsan Sûresi: 30.) • Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer. (Enfâl Sûresi: 24.) 3- Gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zâriyât Sûresi: 67.) 4- Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. (Yâsin Sûresi: 34.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:27 | |
| tâ -1- ile ifade ettiği hakikat-i acîbeye kadar; ve semânın -2- hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuâtından, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tûfana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyânın mühim hâdisâtına kadar; ve -3- işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ -4- ifade ettiği vâkıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temâşâ eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır. Nasıl bir usta, binâ ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'ân dahi şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tâbir câiz ise programını yazan, gösteren bir Zâtın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu' ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şâibe-i taklid veya başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud'anın emâresi olmadığı gibi; bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsiyle sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı "Güneşten geldim" der, Kur'ân dahi "Ben Hâlık-ı âlemin beyânıyım ve kelâmıyım" der. Evet, şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san'atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravârî tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'im'den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temâşâgâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşf edip âlemi ışıklandıran beyân-ı Kur'ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın?
</HR> 1- Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. (Zilzâl Sûresi: 1.) 2- Sonra İlâhî irâdesini, buhar halindeki dünya semâsına yöneltti. (Fussilet Sûresi: 11.) 3- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (A'râf Sûresi: 172.) 4- Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar. (Kıyâmet Sûresi: 22-23.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:28 | |
| Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zînetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhâldir. Mâdem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Mâdem konuşur; elbette konuşmasına yakışan, Kur'ân'dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlikü'l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi? Beşinci Lem'a: Kur'ân'ın üslup ve îcâzındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda Beş Işık var. BİRİNCİ IŞIK: üslup-u Kur'ân'ın o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur'ânîyi içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu, i'câzkârâne îcâzdan büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmele'de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır. İKİNCİ IŞIK: Âyât-ı Kur'âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, terğib ve terhib, zecr ve irşâd, kasas ve emsâl, ahkâm ve maarif-i İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânîn ve şerâit-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakât-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla, işârâtıyla câmi' olmakla beraber, yani, "İstediğin herşey için, Kur'ân'dan her ne istersen al" ifade ettiği mânâ o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mâbeyninde durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'âniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde devâ, her hâcete gıdâ olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü dâimâ terakkiyâtta kat-ı merâtib eden bütün tabakât-ı ehl-i kemâlin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir. ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur'ân'ın i'câzkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem, kâh olur ki bir kelimenin içine sarîhan, işareten, remzen, îmâen bir dâvânın çok bürhanlarını derc eder. Meselâ, -1- 'de, âyât ve delâil-i Vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde' ve müntehâsını zikir ile, o ikinci silsileyi gösterir; birinci silsileyi okutturuyor.
</HR> 1- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:28 | |
| Evet, bir Sâni-i Hakîme şehâdet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı hilkatleridir; sonra gökleri yıldızlarıyla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san'atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zâhir olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir. Hem mâdem, koca semâvât ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhâr, zâhirîyi ihfâ ederek, gayet güzel bir îcâz yapmış. Elhak -1-'den tut, tâ -2-'e kadar altı defa -3- ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdır, bir silsile-i îcâz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu defînelerde gizli olan elmasları göstereyim; fakat, ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte ta'lik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum. Hem meselâ, -4- -5- kelâmıyla -6- kelimesi ortalarında şunlar var:
</HR> 1- Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. (Rum Sûresi: 17.) 2- Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti her şeye gâliptir; O her şeyi hikmetle yapar. (Rum Sûresi: 27.) 3- Onun âyetlerindendir. • Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 20, 21, 22, 23, 24, 25.) 4- ... beni zindana gönderin. • Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi. (Yûsuf Sûresi: 45-46.) 5- Beni gönderin. (Yûsuf Sûresi: 45.) 6- Ey Yûsuf (Yûsuf Sûresi: 46.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:28 | |
| -1- Demek beş cümleyi bir cümlede icmâl edip îcâz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş. Hem meselâ, -2- İnsan-ı âsi, "Çürümüş kemikleri kim diriltecek" diye, meydan okur gibi inkârına karşı, Kur'ân der: "Kim bidâyeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan Zât ise herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem, size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir. İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder. • Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsanâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir, başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, "Size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hubûbu ve topraktan hubûbâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş-herbir erzakınız içinde konulmuş-bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip, saklanılmaz; vazifesiz olup, kabre girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız." • Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder, -3- kelimesiyle remzen der: "Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak; kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin numûnelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib'âd ile kudretine meydan okunmaz." • Sonra, bir delile daha işaret eder, der: "Size ağaç gibi kesif, sakîl, karanlıklı bir maddeden ateş gibi latîf, hafif, nurânî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'âd ediyorsunuz?" • Sonra, bir delile daha tasrih eder, der ki: "Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutûbetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem' edip, onu buna menşe' etmekle, herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyî-i esâsiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiçbirisi, başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib'âd edilmez, isyan ile Ona meydan okunmaz." • Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle (şu dâvâ-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır) enbiyânın ittifakına hafî bir îmâ edip, şu kelimenin îcâzına bir letâfet daha katar.
</HR> 1- Beni gönderin Yûsuf'a, tâ ki ondan rüyâyı tâbir etmesini isteyeyim. Onlar da onu gönderdiler. O, zindana gitti ve "Ey Yûsuf!" dedi. 2- Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. (Yâsin Sûresi: 80.) 3- Yem yeşil ağaç. (Yâsin Sûresi: 80.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:29 | |
| DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur'ânî o derece câmi' ve hârıktır; dikkat edilse görünüyor ki, bâzan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumi kanunları, basit ve âmî fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususi bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnız iki misâline işaret ederiz. • Birinci misâl: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsîlen beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîâdem'e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder. Ve Âdem'e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudât musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor. Hem, kavm-i Mûsâ (a.s.), bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve "icl" hâdisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor. Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvânıyla tabaka-i türâbiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazînedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor. • İkinci misâl: Kur'ân'da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, -1- Firavun vezirine emreder ki, "Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişâtından, acaba Mûsâ'nın (a.s.) dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte, -2- kelimesiyle ve şu cüz'î hâdiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rubûbiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberûtlarını göstermekle ibkâ-i nâm eden, şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehramları binâ eden ve sihir ve tenâsuha kâil olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhâfaza eden Mısır Firavunlarının ananesinde hükümfermâ bir düstur-u acîbi ifade eder. Meselâ, -3- gark olan Firavun'a der: "Bugün senin gark olan cesedine necât vereceğim" ünvânıyla, umum Firavunların tenâsuh fikrine binâen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevtâlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sâhile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sâhiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiye ifade eder.
</HR> 1- Ey Hâmân, bana bir kule yap! (Mü'min Sûresi: 36.) 2- Kule. 3- Bugün senin cesedini kurtaracağız. (Yûnus Sûresi: 92.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 15.09.08 6:29 | |
| Meselâ, -1- Benî İsrâil'in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvânıyla, Yahudî milletinin ekser memleketlerde her asırda mâruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder. -2- Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimâiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gâliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. Meselâ, -3- "Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz." İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz'î bir hâdise ünvânıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla en meşhur olan millet-i Yehûdun tâ kıyâmete kadar lisân-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.
</HR> 1- Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı. (Bakara Sûresi: 49.) 2- Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. (Bakara Sûresi: 96.) Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları! (Mâide Sûresi: 62.) Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64.) İsrâiloğullarına Tevrat'ta şöyle bildirdik: "Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız. (İsrâ Sûresi: 4.) Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin. (Bakara Sûresi: 60; A'râf Sûresi: 7.) 3- (Bakara Sûresi: 94.) | |
| | | | sözler risalesi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|