sitem sitem |
|
| sözler risalesi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: sözler risalesi 13.09.08 18:29 | |
| Konunun ilk mesajı :BİRİNCİ SÖZ (BİSMİLLAH RİSALESİ)
-1- -2- -3- Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim "Sekiz Söz"ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. BİRİNCİ SÖZBismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin -tâ şakîlerin şerrinden kurtulup, hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
2- Ve sâdece Ondan yardım dileriz.
3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.), onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
En son ebrar tarafından 13.09.08 18:39 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:23 | |
| Elbette kesâfetli topraktan ve kudûretli sudan mütemâdiyen letâfetli hayatı ve nurâniyetli zevi'l-idrâki halk eden Hâlık'ın, elbette ruha ve hayata münâsip şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden, bir kısım zîşuur mahlûkları vardır - hem, çok kesretli olarak vardır. Melâike ve ruhâniyâtın vücudlarına dâir, Nokta nâmında bir risâlemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona mürâcaat et.
İKİNCİ BASAMAK
Zemin ile gökler, bir hükümetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muâmeleler vardır. Zemine lâzım olan ziyâ, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâıyla ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevâtürüyle, melâike ve ervâh, semâdan zemine geliyorlar.
Bundan, hisse karîb bir hads-i kati ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider; öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiyâ ve evliyâ veya cesedlerini çıkaran ervâh-ı emvât, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Mâdem hiffet ve letâfet bulanlar oraya giderler; elbette cesed-i mîsâlî giyen ve ervâh gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK
Semânın, sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttırâdı ve vüs'at ve nurâniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutîdirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzâheme ve münâkaşayı icâb edecek bir sebep yoktur. Zîrâ, memleket geniş, fıtratları sâfî, kendileri mâsum, makamları sabittir.
Evet, zeminde ezdâd içtimâ etmiş, eşrâr ahyâra karışmış; içlerinde münâkaşât başlamış. O sebepten, ihtilâfât ve ıztırâbât düşmüş; ve ondan, imtihânât ve müsâbakât teklif edilmiş; ve ondan, terakkiyât ve tedenniyât çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:
Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Mâlûmdur ki, birşeyin semeresi, en uzak, en cemiyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan, en câmi', en bedî, en âciz, en zayıf ve en latîf bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumâna nisbeten, maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu'cizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve makesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medâr ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta numunegâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin süratle değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:23 | |
| İşte arzın Haşiye bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor; onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren, "Rabbüs semavati vel ard" der.
Hem, arzın şu mezkûr hikmetlerden neş'et eden süratli tahavvülü ve devamlı tegayyürü iktizâ eder ki, sekenesi de ona göre mazhâr-ı tahavvülât olsun.
Hem, şu mahdut arz, hadsiz mu'cizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sâir zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakkî ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuştur. Enbiyâdan, evliyâdan tut, tâ Nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peydâ olmuştur. Mâdem öyledir, elbette Firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şerâretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.
DÖRDÜNCÜ BASAMAK
Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok nâmları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, Ashâb-ı Nebî safında küffara karşı muhârebe etmek için melâikeleri göndermesini iktizâ eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktizâ eder ki, melâike ile şeyâtîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mâbeynlerinde mübâreze olsun. Evet, küffarın nüfûs ve enfâsları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor; Rubûbiyet-i âmme ünvânıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübâreze açıyor.
Temsilde hatâ olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükümeti itibâriyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur; meselâ, daire-i adliye onu "hâkim-i âdil" nâmiyle yâd eder, daire-i askeriye onu "kumandan-ı âzam" nâmiyle bilir, daire-i meşihât onu "halîfe" ismiyle zikreder, daire-i mülkiye onu "sultan" nâmiyle tanır, mutî ahali ona "merhametkâr padişah" derler, âsi insanlar ona "kahhâr hâkim" derler; daha bunlara kıyas et. İşte bâzı vakit oluyor ki, bütün ahali Onun elinde olan o padişah-ı âlî, âciz, zelîl bir âsiyi bir emir ile idâm etmiyor. Belki hâkim-i âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sâdık bir memurunu taltife liyâkatini biliyor, fakat hususi ilmiyle, hususi telefonuyla onu taltif etmiyor; belki haşmet-i saltanat ve tedbîr-i hükümet ünvânıyla mükâfata istihkâkını teşhir etmek için, bir meydan-ı müsâbaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya dâvet eder, bir istikbâl-i siyâsî yaptırır, muhteşem bir imtihân-ı ulvî neticesinde bir mecmâ-ı âlîde onu taltif eder, liyâkatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.
</HR>
Göklerin ve yerin Rabbi [Allah'tır]. (Ra'd Sûresi: 16; İsrâ Sûresi: 102; Kehf Sûresi: 14.)
</HR>
Haşiye: Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki, "Dâimî bir çeşme, vâridâtsız büyük bir gölden daha büyük" denilebilir. Hem, bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsülâtla, zâhiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvâzeneye çıkabilir. Aynen öyle de, küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san'atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medâr ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüz bin tarzda, masnuâttan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolu mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al; yani, bütün mâzisini hazır farz et; sonra yeknesak ve bir derece basit semâvâta karşı muvâzene et. Göreceksin ki, arz, ziyâde gelmezse, noksan da kalmaz. İşte, Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz sırrını anla. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:23 | |
| İşte, velillahil mesele-l a'la -1-, Ezel ve Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyât-ı Celâliye ve tezâhürât-ı Cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve ünvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktizâ eden isim ve ünvan ve şe'n ise, kanun-u tenâsül, kanun-u müsâbaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumi kanunlar misillü, kanun-u mübârezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamât ve vesveselerin mübârezelerinden tut, tâ semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübârezesine kadar, o kanunun şümûlünü iktizâ eder.
BEŞİNCİ BASAMAK
Mâdem arzdan semâya gidip gelmek var, semâdan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levâzımât-ı arzıye oradan gönderiliyor. Ve mâdem ervâh-ı tayyibeler semâya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habîse dahi, ahyârı taklîden semâvât memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü, vücudca, letâfet ve hiffetleri var. Hem, şüphesiz tard ve ref' edilecekler. Çünkü, mahiyetçe şerâret ve nuhûsetleri vardır.
Hem, bilâşek velâşüphe, şu muâmele-i mühimmenin ve şu mübâreze-i mâneviyenin, âlem-i şehâdette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rubûbiyetin hikmeti iktizâ eder ki, zîşuur için, bâhusus en mühim vazifesi müşâhede ve şehâdet ve dellâllık ve nezâret olan insan için, tasarrufât-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. Nasıl ki, nihayetsiz bahar mu'cizâtına yağmuru işaret koymuş ve havârik-ı san'atına esbâb-ı zâhiriyeyi alâmet etmiş; tâ âlem-i şehâdet ehlini işhâd etsin. Belki, o acîb temâşâya, umum ehl-i semâvât ve sekene-i arzın enzâr-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir sûretinde gösterip, haşmet-i Rubûbiyetini tefekkür ettirsin.
Mâdem şu mübâreze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır; elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hâdisât-ı cevviye ve semâviye içinde şu ilâna münâsip hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zîrâ yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisât-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gâyeden başka ona münâsip bir hikmeti bilinmiyor. Sâir hâdisât öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Adem'den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.
</HR>
En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:24 | |
| ALTINCI BASAMAKBeşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühûda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için Kur'ân-ı Kerîm, öyle i'câzkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üslûblarla ve öyle gâlî ve zâhir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecr eder ki, kâinatı titretir. Meselâ, "Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse, çıkınız" meseline işaret eden -1- âyetindeki azametli inzâra ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mu'cizâne bir belâgatla kırar, aczlerini ilân eder, saltanat-ı Rubûbiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir. Güyâ şu âyetle, hem -2- âyetiyle böyle diyor ki: "Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesâret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evâmirine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi, emirlerine itaat ederler. "Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki; öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. "Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki; ibâdından ve cünûdundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. "Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki; o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler." Evet, Kur'ân'da bâzı mühim tahşidât vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki, haşmetin izhârı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor. Hem, bâzan kemâl-i intizamı ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbâbı, en küçük ve zayıf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Meselâ şu âyete bak: -3- Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin âzametini ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini, rahîmâne ifade etmek içindir.
</HR> 1- Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. (Rahmân Sûresi: 33-35.) 2- Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. (Mülk Sûresi: 5.) 3- Eğer ona karşı birbirinize arka çıkarsanız, şüphesiz ki onun dostu Allah'tır, Cebrâil'dir ve sâlih mü'minlerdir. Üstelik melekler de onun yardımcısıdır. (Tahrîm Sûresi: 4.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:24 | |
| YEDİNCİ BASAMAKMelekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ, gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nevi de, nâzenin semâ yüzünün murassâ zînetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâl onları yaratmış ve meleklerine mesîreler, binler menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nevini de, şeyâtînin recmine âlet etmiş. İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç mânâsı olabilir: • Birincisi: Kanun-u mübâreze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir. • İkincisi: Semâvâtta hüşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünûdullah bulunduğuna ilân ve işarettir. • Üçüncüsü: Müzahrafât-ı arzıyenin mümessilât-ı habîseleri olan câsus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvîs etmemek ve nüfûs-u habîse hesâbına tecessüs ettirmemek için, edebsiz câsusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır. İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak, gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi îcâz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al; senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recm et. Biz dahi etmeliyiz ve -1- beraber demeliyiz. -2- -3-
</HR> 1- "Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. (Mü'minûn Sûresi: 97.) 2- Tam ve kesin delil [ve açık ve kat'î görünen hikmet] Allah'ındır. (En'âm Sûresi 149. âyetten iktibastır.) 3- Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:24 | |
| On Beşinci Sözün Zeyli[Yirmi Altıncı Mektubun Birinci Mebhası]
-1- -2- Hüccetü'l-Kur'ân Ale'ş-şeytan ve Hizbihîİblisi ilzam, şeytanı ifhâm, ehl-i tuğyânı iskât eden Birinci Mebhas: Bîtarafâne muhâkeme içinde şeytanın müthiş bir desîsesini kati bir sûrette reddeden bir vâkıadır. O vâkıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeât'ta yazmıştım. Şöyle ki: Bu risâlenin telifinden on bir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: "Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?" dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdâd ettim. Birden, bir nur kalbime geldi; müdâfaaya kati bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münâzara başladı.
</HR> 1- Allah'ın adıyla. O her türlü kusur ve noksandan uzaktır. • Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.) 2- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fussilet Sûresi: 36.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:25 | |
| Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.
Şeytan dedi ki: "Öyle ise, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme; ortada farz et, bak."
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzâü'n-fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir sûrette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirine gayet uzak, biri maşrıkta biri mağribde ise, o vakit, kaideten, "sahibü'l-yed" kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü, ortada bırakmak kâbil değildir.
İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer, öteki taraf Onun kelâmullah olduğuna dâir bütün bürhanları birer birer çürütse, elini Ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.
Heyhât! Binler berâhin-i kat'iyenin mıhlarıyla Arş-ı âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?
İşte ey şeytan! Senin rağmına, ehl-i hak ve insaf, bu sûretteki hakikatli muhâkeme ile muhâkeme ederler. Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur'ân'a karşı imânını ziyâdeleştirir. Senin ve şâkirdlerinin gösterdiği yol ise:
Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metânetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı mânevîye çaksın. Tâ küfrün zulümâtından kurtulup, imânın envârına erişsin. Halbuki, buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desîsen ile şu zamanda bîtarafâne muhâkeme sûreti altında çokları imânını kaybediyorlar.
Şeytan döndü ve dedi: "Kur'ân beşer kelâmına benziyor; onların muhâveresi tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır. Eğer, Allah'ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san'atı nasıl beşer san'atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli."
Cevaben dedim: Nasıl ki, Peygamberimiz (a.s.m.) mu'cizâtından ve hasâisinden başka, ef'âl ve ahvâl ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi, âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş; o da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ. Herbir ahvâl ve etvârında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş-tâ ki, ümmetine ef'âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer, her etvârında hârikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle "rahmete'n-li'l-âlemîn" olamazdı. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:25 | |
| Aynen öyle de, Kur'ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhâverâtı ve üslûbu tarzında olmak zarûrî ve katidir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duâsını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisâniyle zikrediyor, edeb-i muâşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu mercî yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sînâda işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve mercî edemezdi. Hazret-i Mûsâ gibi bir ulû'l-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ Aleyhisselâm demiş: Şeytan döndü, yine dedi ki: "Kur'ân'ın mesâili gibi, çok zâtlar o çeşit meseleleri din nâmına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din nâmına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Cevaben Kur'ân'ın nuruyla dedim ki: Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, "Hak böyledir, hakikat budur. Allah'ın emri böyledir" der. Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. -2- düsturundan titrer. Ve sâniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki, yüz derece muhâldir. Çünkü, birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, "Bu sahtekârdır!" İşte -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldızböceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem, bir sinek, bir sene tamamen tavus sûretini tasannu'suz, temâşâ ehline göstersin? Hem, sahtekâr, âmî bir nefer, nâmdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsâs etmesin? Hem, müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe dâimâ en sâdık, en emîn, en mûtekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise, yüz derece muhâldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Öyle de farz etmek dahi, bedihî bir muhâli vâki' farz etmek gibi bir hezeyandır.
</HR> 1- Senin konuşman böyle midir? Allah buyurdu: "Bütün dillerin kuvveti benimdir." (Hadîs-i Şerif: Tefsir-u İbn-i Kesir: 1:505; Mu'cemü't-Taberânî el-Evsât, 1:991.) 2- Allah adına yalan söyleyenden daha zâlim kim vardır? (Zümer Sûresi: 32.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:25 | |
| Aynen öyle de, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşâhede pek parlak ve dâimâ envâr-ı hakâikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkkî edilen Kitâb-ı Mübînin mahiyeti - hâşâ - bir yıldızböceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurâfâtlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu dâimâ âlî ve menba-ı hakâik bir yıldız bilsin. Bu ise, yüz derece muhâl olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytâniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun!
Sâlisen: Hem, Kur'ân'ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşâhede en ruhlu ve hayatfeşân, en hakikatli ve saadetresân, en cemiyetli ve mu'cizbeyân, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan'ın gizli hakikati (hâşâ) muâvenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasannuâtı olsun. Ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar, ondan hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu' eseri görmesin; dâimâ ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.
Bu ise, yüz derece muhâl olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emâneti, imânı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti istikâmeti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren, en yüksek, en parlak, en âlî haslet telâkkî edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhâli vâki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyân-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zîrâ, farz-ı muhâl olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecmâ-ı hakâik iken menba-ı hurâfât olur. Ve o hârika fermanı gösteren zât (hâşâ, sümme hâşâ) eğer Resûlullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden mâden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir; ortada kalmaz. Zîrâ, Allah nâmına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği dâimî bir sûrette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşâhede etmek ne kadar muhâl ise, şu mesele de öyle muhâldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divâne lâzım ki buna ihtimâl versin.
Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, nev-i benîâdem'in en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur'ân, bilmüşâhede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihânı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî mânevî teçhiz ettiği ve umum o efrâdın derecâtına göre akıllarını tâlim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshîr ve vicdanlarını tathir ve âzâ ve cevârihlerini istimâl ve istihdam ettiği halde-hâşâ, yüz bin defa hâşâ-kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhâli kabul etmek lâzım gelmekle beraber, müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Adem'e ders veren ve samimi ef'âliyle hakikatin düsturlarını beşere tâlim eden ve hâlis ve mâkul akvâliyle istikâmetin ve saadetin usûllerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehâdetiyle Allah'ın azabından çok havf eden ve herkesten ziyâde Allah'ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmet ile kumandanlık eden ve cihânı velveleye veren ve şöhretşiâr şuûnâtıyla nev-i beşerin belki kâinatın elhak medâr-ı fahrı olan bir zâtı - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - sahtekâr, Allah'tan korkmaz ve bilmez ve haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle yüz derece muhâli birden irtikâb etmek lâzım gelir. Çünkü, şu meselenin ortası yoktur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:26 | |
| Zîrâ, farz-ı muhâl olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, ortada kalamaz; belki, yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey şeytan, yüz derece, sen, katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi iknâ edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: "Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim."
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir; bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Sâniyen: Hem, tebeî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhâl birşey, mümkün görünebilir. Bir zaman, bir ihtiyar adam, Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş; o kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm' demiş. İşte, muhâldir ki, hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat, kasden ve bizzat aya baktığı, ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derece göründüğü için, o muhâli mümkün telâkkî etmiş.
Sâlisen: Hem, kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad ve mugâlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytânî desîselerle, çok muhâlâtı intâc eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyâlara, sıddîkînlere, aktablara bilmüşâhede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemâdiyen hak ve hakkâniyeti, sıdk ve sadâkati, emn ve emâneti umum tabakât-ı ehl-i kemâle tâlim eden ve erkân-ı imâniyenin hakâikıyla ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihânın saadetini temin eden ve bu icraatının şehâdetiyle bizzarûre hak ve hâlis ve sâfî hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitâbı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip-hâşâ, sümme hâşâ-bir sahtekârın tasnîât ve iftiralarının mecmûası nazarıyla bakmak, Sofestâîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyân-ı küfrî olmakla beraber; izhâr ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehâdetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfî ubûdiyetinin delâletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizâsıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mûtekid, en metîn, en emîn, en sâdık bir zâtı- hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz bir vaziyette farzetmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir sûretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:26 | |
| Elhâsıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmî tabakası, i'câz-ı Kur'ân fehminde demiş: 'Kur'ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcud kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir." Öyle ise, ya Kur'ân umumunun altındadır veya umumunun fevkınde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhâl olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur'ân umum kitapların fevkındedir; öyle ise mu'cizedir. Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kati bir hüccetle deriz: Ey Şeytan ve ey Şeytanın şâkirdleri! Kur'ân ya Ârş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır, veyahut - hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ - yerde, sahtekâr ve Allah'tan korkmaz ve Allah'ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sâbık hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarûre ve bilâşüphe, Kur'ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhâldir ve olamaz. Nasıl ki katibir sûrette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin. Hem, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya resûlullahtır ve bütün resûllerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azabına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek Haşiye lâzım gelir ki; bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münâfıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demiyeceksiniz. Çünkü, bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o Asya münâfıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: "Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllı idi, çok güzel ahlâklı idi." Mâdem, şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve mâdem ikinci şık muhâldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve mâdem kati hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette, bizzarûre, senin ve hizbü'ş-şeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkalyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resûlullahtır ve bütün resûllerin ekmelidir, bütün mahlûkatın efdalidir.
</HR> Melekler, insanlar ve cinler adedince ona salât ve selâm eyle. (Duâ) Haşiye: Kur'ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyâtlarını ve galîz tâbirâtlarını, iptal etmek için zikrettiğine istinâden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhâliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tâbirâtı farz-ı muhâl sûretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:27 | |
| ŞEYTANIN İKİNCİ KÜÇÜK İTİRAZISûre-i -1- i okurken Şu âyetleri okurken şeytan dedi ki: "Kur'anın en mühim fesahatını, siz onun selasetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki; şu âyette nereden nereye atlıyor? Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i Sur'dan muhasebenin hitamına intikal ediyor ve ondan Cehennem'e idhali zikrediyor. Bu acib atlamaklar içinde hangi selaset kalır? Kur'anın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak mes'eleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selaset, fesahat nerede kalır?" Elcevap: Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esâs-ı i'câzı, en mühimlerinden belâgatından sonra îcâzdır. İcâz, i'câz-ı Kur'ân'ın en metîn ve en mühim bir esâsıdır. Kur'ân-ı Hakîm'de şu mu'cizâne îcâz, o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ, -3- kısa birkaç cümle ile, tûfan hâdise-i azîmesini netâiciyle öyle îcâzkârâne ve mu'cizâne beyân ediyor ki, çok ehl-i belâgatı, belâgatına secde ettirmiş.
</HR> 1- Kaf. Şerefi pek yüce olan Kur'ân'a yemin olsun. (Kaf Sûresi: 1.) 2- •İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek olmasın. • Derken ölüm sarhoşluğu gerçekten geliverir. İşte senin kaçıp durduğun şey budur. • Ve Sûr'a üfürülür. Vaad olunan gün işte budur. • Herkes yanında bir sevk eden, bir de şâhidlik eden melekle beraber gelir. • And olsun ki sen bundan gâfildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir. • Yanındaki melek "İşte onun defteri bende hazırdır" der. • Atın Cehenneme, her bir inatçı kâfiri! (Kaf Sûresi: 18-24.) 3- Ve denildi ki: "Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut." Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve "Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi. (Hûd Sûresi: 44.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 19:28 | |
| Hem meselâ: -1- İşte, Kavm-i Semûd'un acib ve mühim hâdisatını ve netâicini ve sû'-i akibetlerini, böyle kısa birkaç cümle ile îcaz içinde bir i'câz ile selasetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyân ediyor. Hem meselâ: -2- İşte -3- kelimesinden -4- cümlesine kadar çok cümleler matvîdir. O mezkûr olmayan cümleler, fehmi ihlâl etmiyor. Selasete zarar vermiyor. Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm'ın kıssasından mühim esasları zikreder. Mütebâkisini akla havale eder. Hem meselâ: Sûre-i Yûsuf''ta -5- kelimesinden -6- ortasında yedi-sekiz cümle îcaz ile tayyedilmiş. Hiç fehmi ihlâl etmiyor, selasetine zarar vermiyor. Bu çeşit mu'cizane îcazlar Kur'anda pek çoktur. Hem pek güzeldir. Amma, Sûre-i Kaf'ın âyeti ise; ondaki îcaz pek acib ve mu'cizanedir. Çünki; kâfirin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisata birer birer parmak basıyor. Şimşek gibi fikri, onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hâzır bir sahife gibi nazara gösterir. Zikredilmeyen hâdisatı hayale havale edip, âli bir selasetle beyân eder.
</HR> 1- • Semud kavmi azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı. • Onların en azgını baş kaldırdığı zaman, • Allah'ın Resûlü kendilerine, 'Allah'ın bir mu'cize olarak yarattığı şu deveye dokunmayın; onun su içmesine mâni olmayın' demişti. • Onlar peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürdüler. Rableri de günahları yüzünden onları azabla kuşatıp, hepsini birden helâk etti. • Allah onları cezalandırmaktan çekinecek değildir. (Şems Sûresi: 11-15.) 2- Balığın yuttuğu Yunus'u da hatırla ki, öfkelenerek kavmini terk etmiş ve Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. (Enbiyâ Sûresi: 87.) 3- Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya sokmayacağımızı. (Enbiya Sûresi: 87.) 4- Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyâz etti. (Enbiyâ Sûresi: 87.) 5- Beni gönderiniz (Yûsuf Sûresi: 45.) 6- Ey Yusuf, ey doğru sözlü kişi. (Yûsuf Sûresi: 46.) İşte ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle. Şeytan der: "Bunlara karşı gelemem. Müdâfaa edemem. Fakat, çok ahmaklar var, beni dinliyorlar; ve insan sûretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar; ve feylesoflardan çok Firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar. Senin bu gibi sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için, sana teslim-i silâh etmem."
</HR> Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmete erişesiniz. (A'râf Sûresi: 204.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:08 | |
| On Altıncı Söz -1- İtminân-ı nefsime medâr olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuâı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır. Birinci Şuâ: Ey nefs-i nâdan! Diyorsun ki: "Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye ile külliyet-i ef'âli ve vahdet-i şahsiyesiyle muînsiz umumiyet-i Rubûbiyeti ve Ferdâniyeti ile şeriksiz şümûl-ü tasarrufâtı ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hâzır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması, hakâik-ı Kur'âniyedendir. Kur'ân ise, hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmîl etmez. Akıl ise, zâhirî bir münâfâtı görüyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim." Elcevap: Mâdem öyledir; itminân için istersen, biz de Kur'ân'ın feyzine istinâden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkülâtımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nurânî olacak temsil yolunu ihtiyâr ile, İmâm-ı Rabbânî (r.a.) gibi deriz: -2-
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 1- Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir. • Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de Ona döneceksiniz. (Yâsin Sûresi: 82-83.) 2- Ben ne geceyim, ne geceye kulluk yaparım • Ben bir hakikat güneşinin hizmetkârıyım ki, ondan size haber getiriyorum. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:08 | |
| Temsil, i'câz-ı Kur'ân'ın en parlak bir aynası olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şöyle ki:
Birtek zât, muhtelif merâyâ vâsıtasıyla külliyet kesb eder. Cüz'î-yi hakiki iken, umumi şuûnâta mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ, şems bir cüz'î-yi müşahhas iken, eşyâ-i şeffâfe vâsıtasıyla, öyle küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsâlleriyle, akisleriyle dolduruyor; hattâ katarât ve parlak zerrât adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyâsı ve ziyânın içinde olan yedi renkli elvân-ı seb'ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhît, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsâliyle beraber harareti, hem ziyâyı, hem elvân-ı seb'ayı gözbebeğinde saklıyor ve sâfî kalbini ona bir taht yapıyor.
Demek, şems, vâhidiyet haysiyetiyle, ona mukabil umum eşyaya muhît olduğu gibi; Ehadiyet cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur. Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envâından şu meseleye medâr olacak üç nevine işaret ederiz.
• Birincisi, kesif maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem mevâttır, ölüdür, hüviyet-i sûriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen aynalar mahzenine girsen, bir Said binler Said olur; fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hâssaları onlarda yoktur.
• İkincisi, maddî nurânînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil; mahiyeti tutmuyor, fakat o nurânînin ekser hâsiyetlerine mâliktir, onun gibi hayy sayılıyor.
Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir aynada aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hâssaları hükmünde olan ziyâ ve ziyâdaki elvân-ı seb'a bulunuyor. Eğer, farazâ güneş zîşuur olsa idi-harareti ayn-ı kudreti, ziyâsı ayn-ı ilmi, elvân-ı seb'ası sıfât-ı seb'ası olsaydı-o vakit, o tek ve yektâ bir güneş, bir anda herbir aynada bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle aynamız vâsıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o, bize bizden daha yakın olurdu.
• Üçüncüsü, nurânî ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır, hem ayndır. Fakat aynaların kabiliyeti nisbetinde tezâhür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü'l-emriyesini tamamen tutmuyor.
Meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, Dıhye sûretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider. Hem, o anda hesabsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı.
İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvâtlarını birden işitir ve Kıyâmette bütün asfiyâ ile bir anda görüşür; biri birisine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyâde nurâniyet kesb eden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşâhede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
Evet, nasıl cismâniyâta cam ve su gibi şeyler ayna olur; öyle de, ruhâniyâta dahi hava ve esîr ve âlem-i misâlin bâzı mevcûdâtı ayna hükmünde ve berk ve hayal süratinde bir vâsıta-i seyir ve seyahat sûretine geçerler. Ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede, o menâzil-i latîfede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:09 | |
| Mâdem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nimnurânî masnu'lar, nurâniyet sırrıyla, bir yerde iken, pek çok yerlerde bulunabilirler; mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar; bir anda cüz'î bir ihtiyâr ile, pek çok işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesâfetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envâr ve bütün nurâniyât Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli; ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i misâl nimşeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhîtle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesb etmeden ona yanaşabilir? Evet, nasıl güneş, kayıtsız nuru, maddesiz aksi vâsıtasıyla, sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyed olduğun için ondan gayet uzaksın, ona yaklaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir; âdetâ mânen yer kadar büyüyüp kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin; öyle de, Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülkemâl, sana gayet yakındır. Sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış. İkinci Şua: Ey nefs-i bîhuş! Diyorsun ki: -1-; hem, -2- gibi âyetler, vücud-u eşya, sırf bir emirle ve def'î olduğunu; ve -3-, hem -4- gibi âyetler, vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakîk bir san'atla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfîkı nedir? Elcevap: Kur'ân'ın feyzine istinâden deriz: Evvelâ: Münâfât yoktur. Bir kısım öyledir-iptidâdaki icad gibi. Bir kısmı böyledir- mislini iâde gibi. 1- Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.) 2- İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. (Yâsin Sûresi: 53.) 3- Allah'ın san'atıdır ki, herşeyi hikmetle, yerli yerinde ve sapa sağlam yaratmıştır. (Neml Sûresi: 88.) 4- O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi: 7.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:09 | |
| Sâniyen: Mevcudâtta meşhud olan, suhulet ve sürat ve kesret ve vüs'at içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san'at ve kemâl-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlerine katiyen şehâdet eder. Öyle ise, şunların hariçte tahakkukları medâr-ı bahs olması lüzumsuzdur. Belki, yalnız "Sırr-ı hikmeti nedir?" denilebilir. Öyle ise, biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz. Meselâ, nasıl ki, terzi gibi bir san'atçı, birçok külfetler, maharetlerle, musannâ bireyi icad eder ve onu bir model yapar. Sonra onun emsâlini külfetsiz, çabuk yapabilir. Hattâ bâzan öyle bir derece suhulet peydâ eder ki, güyâ, emreder yapılır; ve öyle kuvvetli bir intizam kesb eder-saat gibi-güyâ bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de, Sâni-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla beraber bedî bir sûrette yaptıktan sonra, cüz'î ve küllî, cüz ve küll her şeye bir model hükmünde, bir nizâm-ı kaderî ile, bir miktar-ı muayyen vermiştir. İşte bak, o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak, mu'cizât-ı kudreti ile murassâ, taze bir âlemi ona giydiriyor; herbir seneyi bir mikyas ederek, havârik-ı rahmetiyle musannâ, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor; herbir günü bir satır yaparak, dekâik-ı hikmetiyle müzeyyen mücedded mevcudâtı onda yazıyor. Hem, o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrâyı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim bemevsim her bağ ve bostanda taze taze mu'cizât-ı kudretini ve hedâyâ-i rahmetini gösterir. Yeni bir kitâb-ı hikmetnümâ yazıyor; taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor; mücedded bir hulle-i san'atnümâ giydiriyor; her baharda herbir ağaca sündüs-misâl taze bir çarşaf giydiriyor, lü'lü-misâl yeni bir murassaâtla süslendiriyor, yıldız-misâl rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor. İşte şu işleri nihayet hüsn-ü san'at ve kemâl-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri nihayet hikmet ve inâyet ve kemâl-i kudret ve san'at ile değiştiren Zât, elbette gayet Kadîr ve Hakîmdir, nihayet derecede Basîr ve Alîmdir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte, o Zât-ı Zülcelâldir ki, şöyle ferman ediyor: deyip hem kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten haşir ve Kıyâmet gayet sehl ve külfetsiz olduğunu beyân ediyor. Emr-i tekvinîsi, kudret ve irâdeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya evâmirine gayet musahhar ve münkad olduklarını ve mübâşeretsiz, muâlecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân ile ferman ediyor.
Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.) Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır. (Nahl Sûresi: 77.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:09 | |
| Hâsıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada, hususan bidâyet-i icadında gayet derecede hüsn-ü san'atı ve nihayet derecede kemâl-i hikmeti ilân ediyor; diğer kısmı, eşyada, hususan tekrar icadında ve iâdesinde gayet derecede suhulet ve süratini nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyân eder. Üçüncü Şua: Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvâs! Diyorsun ki: -1- gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlâhiyeyi gösteriyor. -2- -3- ve hadîste vârid olan, "Cenâb-ı Hak, yetmiş bin hicab arkasındadır"4 ve Mi'rac gibi hakikatler nihayet derecede bu'diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gâmızayı fehme takrîb edecek bir izah isterim? Elcevap: Öyle ise dinle. Evvelâ: Birinci Şuâın âhirinde demiştik: "Nasıl ki, güneş, kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle, sana senin ruhun penceresi ve onun aynası olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için, ondan gayet uzaksın. Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellîleriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir tâife isimleri hükmünde olan şuâlarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer, güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit, pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok merâtib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. âdetâ, sen, mânen tecerrüd cihetiyle, küre-i arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, Bedir gibi mukabil geldikten sonra, bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dâvâ edebilirsin. Öyle de, o Celîl-i Pürkemâl, o Cemîl-i Bîmisâl, o Vâcibü'l-Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultân-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır; sen Ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekâikı tatbik et."
1- Herşeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir. (Yâsin Sûresi: 83.) Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. (Hûd Sûresi: 56.) Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf Sûresi: 16.) 2- Siz de Ona döndürüleceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83; Zümer Sûresi: 44; Fussilet Sûresi: 21; Zuhruf Sûresi: 85.) 3- Melekler ve Cebrâil, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan Kıyâmet Gününde, Allah'ın emrini almak üzere Arşa yükselirler. (Meâric Sûresi: 4.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:10 | |
| Sâniyen: Meselâ, -1-, bir padişahın çok isimleri içinde "kumandan" ismi çok mütedâhil dairelerde tezâhür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz'î dairelerde de zuhur ve tecellîsi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezâhür eden cüz'î kumandanlık noktasını mercî tutar, kumandan-ı âzamına şu cüz'î cilve-i ismiyle temas eder ve münâsebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, onunla o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzım gelir. Demek, padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbîriyle ve eğer o padişah, evliyâ-i abdâliyeden nurânî olsa, bizzat huzuruyla gayet yakındır; hiçbir şey mâni olup, hâil olamaz. Halbuki, o nefer, gayet uzaktır; binler mertebeler hâil, binler hicaplar fâsıldır. Fakat bâzan merhamet eder, hilâf-ı âdet, bir neferi huzuruna alır, lûtfuna mazhar eder. Öyle de, emr-i -2- 'e mâlik, güneşler ve yıldızlar emirber nefer hükmünde olan Zât-ı Zülcelâl, her şeye herşeyden daha ziyâde yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzûr-u kibriyâsına perdesiz girmek istenilse, zulmânî ve nurânî, yani maddî ve ekvânî ve esmâî ve sıfâtî yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususi ve küllî derecât-ı tecellîsinden çıkmak, gayet yüksek tabakât-ı sıfâtında mürûr edip, tâ İsm-i âzamına mazhar olan Arş-ı Âzamına urûc etmek, eğer cezb ve lûtuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Meselâ, sen, Ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen, senin Hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların Hâlıkı ünvânıyla, sonra bütün mevcudâtın Hâlıkı ismiyle münâsebettarlık lâzım gelir. Yoksa, zıllde kalırsın, yalnız cüz'î bir cilveyi bulursun. Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin merâtibinde müşir ve ferik gibi vâsıtalar koymuştur. Fakat, -3- olan Kadîr-i Mutlak, vâsıtalardan müstağnîdir. Vâsıtalar, sırf zâhirîdirler, perde-i izzet ve azamettirler, ubûdiyet ve hayret ve acz ve iftikâr içinde saltanat-ı Rubûbiyetine dellâldırlar, temâşâgerdirler; muîni değiller, şerik-i saltanat-ı Rubûbiyet olamazlar.
1- En güzel sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.) 2- "Ol" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.) 3- Herşeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir. (Yâsin Sûresi: 83.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:10 | |
| Dördüncü Şua: İşte ey tembel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikati, sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lûtuf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Ma'bud-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür. -1- deyip, mânen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyâttan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubûdiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, -2- hitâbına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir. Âdetâ, harekât-ı salâtiyede tekrarla demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz'iyâttan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve mârifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvânıdır. Güyâ herbir bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir. İşte şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir. İşte hacda pek kesretli denilmesi, şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için, bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmî de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvânıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftâhıyla açılan merâtib-i külliye-i Rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet ile teskin edilebilir ve onunla o merâtib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilân edilebilir. Hacdan sonra, şu mânâ-i ulvî ve küllî, muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, velev Sünnet kabîlinden dahi olsa, ehemmiyeti şu sırdandır. -3-
1- Allah en yüce ve en büyüktür. 2- Ancak Sana kulluk ederiz. (Fâtiha Sûresi: 5.) 3- Hazînelerini kef ve nun'un arasına koyan (herşeyi bir "kün" emri ile yaratan) Allah, her türlü kusurdan münezzehtir. Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83.) Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.) Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, duâ edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin. (Al-i İmrân Sûresi: 8.) İsm-i Azamının mazharı olan Resûl-i Ekremine, onun âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamberlere ve kendisine tâbî olanlara salât ve selâm eyle. Duâmızı kabul buyur ey merhametlilerin en merhametlisi. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:10 | |
| Küçük Bir Zeyl Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf, işine karışmadığını izhâr ettiği gibi, şüzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürât-ı sûriye ile, teşahhusâtın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzûl zamanının tebeddülüyle meşîetini, irâdetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyârını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhâr edip, yeknesak perdesini yırtarak ve herşey her anda, her şe'nde, herşeyinde Ona muhtaç ve Rubûbiyetine münkad olduğunu i'lâm etmekle, gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbâbdan Müsebbibü'l-Esbâba çevirir. Kur'ân'ın beyânâtı şu esâsa bakıyor. Meselâ, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar, bir sene meyve verir, yani, rahmet hazînesinden ellerine verilir, o da verir; öbür sene, bütün esbâb-ı zâhiriye hazırken, meyveyi alıp vermiyor. Hem meselâ, sâir umûr-u lâzımeye muhâlif olarak, yağmurun evkât-ı nüzûlü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebât-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü, vücudda en mühim mevkî, hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek; belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün'im-i Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit duâ ve şükür kapılarını açık bırakacak. Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sîmâ vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi, ummadığı tarzda olması ne kadar güzel bir sûrette meşîet ve ihtiyâr-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha, tasrif-i hava ve teshîr-i sehâb gibi şuûnât-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et.
Hazînelerini kef ve nun'un arasına koyan (herşeyi bir "kün" emri ile yaratan) Allah, her türlü kusurdan münezzehtir. Şânı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83.) Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.) Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, duâ edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin. (Al-i İmrân Sûresi: 8.) İsm-i Azamının mazharı olan Resûl-i Ekremine, onun âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamberlere ve kendisine tâbî olanlara salât ve selâm eyle. Duâmızı kabul buyur ey merhametlilerin en merhametlisi. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:11 | |
| On Yedinci Söz -1- -2- Bu Söz, iki âlî Makam ve bir parlak Zeylden ibârettir. Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in'âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakât-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat, bu ziyâfet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellîlerine mukabil ism-i Kahhâr ve Mümît, firâk ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 2- Yeryüzünde ne varsa Biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. • Onun üzerindeki herşeyi Biz elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz. (Kehf Sûresi: 7-8.) Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir oyalanmadır. (En'âm Sûresi: 32.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:13 | |
| Şu ise, -1- rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren muvâfık düşmüyor; fakat, hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki: Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahmân'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar. -2- Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekâya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz. Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor. İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor. Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.
1- Rahmetim herşeyi kaplamıştır. (A'râf Sûresi 156.) 2- Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. (Neml Sûresinin 65. âyeti ve benzeri diğer âyetlerden alınmış bir kaidedir.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:13 | |
| Dördüncüsü: İnsan-ı mü'mine nur-u İmân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz'ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân'a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Beşincisi: Kur'ân'ı dinleyen insana, Kur'ân'daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:
Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.
Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme.
Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.
Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma.
Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
"Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma" gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi bulunduğunu gösterir.
İşte Kur'ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur'âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:14 | |
| On Yedinci Sözün İkinci Makamı Haşiye
Bırak bîçare feryâdı, belâdan; gel tevekkül kıl.
Zîrâ feryad belâ ender, hatâ ender belâdır; bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ ender, safâ ender belâdır, bil.
Bırak feryâdı, şükür kıl; mânend-i belâbîl demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ ender, fenâ ender hebâdır; bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan; gel, tevekkül kıl.
Tevekkül ile, belâ yüzünde gül; tâ o da gülsün.
O, güldükçe küçülür; eder tebeddül.
Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hudâbîn isen, O kâfidir; bıraksan da, bütün eşya lehinde.
Ger hodbîn isen, helâkettir; ne yaparsan, bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir, her iki halde bu dünyada.
Terki demek, Hudâ mülkü, Onun izni, Onun nâmiyle bakmakta;
Ticaret istiyorsan ger, şu fânî ömrünü bâkîye tebdilde.
Eğer nefsine tâlip isen, çürüktür, hem temelsiz de;
Eğer âfâkı ister isen, fenâ damgası üstünde.
Demek değmez ki, alınsa; çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç; iyi mallar dizilmiş arkasında.
Haşiye: Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki, hakikatlerin kemâl-i intizamı cihetinde bir derece manzum sûretini almışlar. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:14 | |
| Siyah Dutun Bir Meyvesi [O mübârek dut başında, Eski Said, Yeni Said lisâniyle söylemiştir.]
Muhatabım Ziyâ Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'ân nâmına kalbimdir.
Geçen sözler hakikattir; sakın şaşma, hududundan hazer aşma.
Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma; eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyâdarın, zekâvette alemdârın,
O hayretten der dâim: "Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!"
Kur'ân dedirtir; ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam.
Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.
Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.
Ki, Kur'ân'da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur'ân'dadır hak hikmet; ispat ederim, muhâlif felsefeyi beş para saymam.
Furkandadır elmas hakikat, dercân ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakka seyrân ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayrân ederim, sen gibi basmam.
Ferşten Arşa şükrân ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı-sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, nur kapısı, hak kapısı; ondan sıkılmam, geri çekilmem.
"Bismillâh" diyerek çalıyorum; Haşiye 1 arkama bakmam, dehşet de almam.
"Elhamdülillâh" diyerek rahat bulup yatacağım; zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
"Allahü ekber" diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım; Haşiye 2 mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i âzamdan çekilmem.
Lûtf-u Yezdân, nur-u Kur'ân, feyz-i İmân sâyesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah.
Haşiye 1: Eyvah diyerek kaçmıyorum. Haşiye 2: İsrâfil'in ezanını fecr-i haşirde işitip "Allahü ekber" diyerek kalkacağım. Salât-ı Kübrâdan çekilmem. Mecmâ-ı Ekberden çekinmem. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:14 | |
| KALBE FÂRİSİ OLARAK TAHATTUR EDEN BİR MÜNÂCÂT * Yani bu münâcât, kalbe Fârisî olarak tahattur ettiğinden Fârisî yazılmıştır. Evvelce, matbû olan Hubâb Risâlesinde derc edilmişti. Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki, "Yetmez mi dert, derman sana?" Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat, gördüm ki; dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdâdımın bir mezar-ı ekberi sûretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi. Haşiye 1 Haşiye 1: İmân, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecmâ-ı ahbab gösterir. Sonra, soldaki istikbâle baktım; derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbâl ise, emsâlimin ve nesl-i âtînin bir kabr-i ekberi sûretinde görünüp, ünsiyet değil, belki vahşet verdi. Haşiye 2 Haşiye 2: İmân ve huzur-u imân, o dehşetli kabr-i ekberi, sevimli saadet saraylarında bir dâvet-i Rahmâniye gösterir. Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güyâ bir tabuttur; hareket-i mezbûhânede olan cismimin cenazesini taşıyor. Haşiye 3 Haşiye 3: İmân, o tabutu, bir ticaretgâh ve şâşaalı bir misafirhâne gösterir.
* Bu kısmın Arapça ve Farsça ibârelerinin mânâları ve açıklamaları hemen altlarında verildiğinden, başka bir meâl konulmamıştır. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:15 | |
| İşbu cihetten dahi devâ bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek meyvesi, benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor. Haşiye 4Haşiye 4: İmân, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir. O cihetten dahi me'yus olup, başımı aşağıya eğdim, baktım ki; aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı. Haşiye 5 Haşiye 5: İmân, o toprağı rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir. Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım, gördüm ki; esassız, fânî bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümâtında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti. Haşiye 6 Haşiye 6: İmân, o zulümâtta yuvarlanan dünyayı vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubât-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterir. Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor. Haşiye 7 Haşiye 7: İmân, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur. İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyârîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim. Haşiye 8 Haşiye 8: İmân, o cüz-i lâyetecezzâ hükmündeki cüz-i ihtiyârî yerine, gayr-i mütenâhî bir kudrete istinad etmek için bir vesîka verir; ve belki İmân bir vesîkadır. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:15 | |
| Halbuki o cüz-i ihtiyârî denilen silâh-ı insanî, hem âciz, hem kısadır; hem ayarı noksandır, icad edemez, kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez. Haşiye 9 Haşiye 9: İmân, o cüz-i ihtiyârîyi Allah nâmına istimâl ettirip, her şeye kâfi getirir-bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesâbına istimâl ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi. Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mâzi ve müstakbele âit emellerime ve elemlerime faydası yoktur. Haşiye 10Haşiye 10: İmân, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp, kalbe, ruha teslim ettiği için, mâziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü, kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir. O cüz-i ihtiyârînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hâzır ve bir ân-ı seyyâldir. İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, Kalem-i Kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir sûrette yazılmıştır; mahiyetimde derc edilmiştir. Belki, dünyada ne varsa, numuneleri fıtratımda vardır; umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum. İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır, belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:15 | |
| Halbuki, daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır. Demek, fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır. Sermâyem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz'î bireydir. İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsâl edilen hâcet nerede; ve bu beş paralık cüz-i ihtiyârî nerede? Bununla onların mübâyaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise, başka bir çare aramak gerektir. O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irâde-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine ilticâ ederek, hakikat-i tevekküle yapışmaktır. "Yâ Rab! Mâdem çare-i necât budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyârîden vazgeçiyorum, ve enâniyetimden teberrî ediyorum. "Tâ Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten, elimi tutsun; hem, tâ Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip, bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın." Evet, her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyârına itimad etmez; rahmeti bırakıp, ona mürâcaat etmez. Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:16 | |
| Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevâle mahkûmdur; süratle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümât-ı ademe sukut eder. Emeller bekâsız, elemler ruhta bâkî kalır. Mâdem hakikat böyledir; gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok tâlip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al. Nasıl ki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümâtında kalır; bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur, bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyâsıyla yaldızlanmış müşâhede eder; öyle de, kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen, fânî vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem, fedâ et; çünkü, şu vücud sende vedîa ve emânettir. Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekâ bulsun. Çünkü, nefy-i nefiy ispattır. Yani, yok, yok ise, o vardır; yok, yok olsa, var olur. Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem, o mülkü senin için güzelce muhâfaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor; yine sana hem bâkî, hem mükemmel bir sûrette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma! Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap; tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhı birden kazanasın. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:16 | |
| -1- İbrâhim Aleyhisselâmdan sudûr ile, kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden na'y-i -2- beni ağlattırdı. Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazindir, ağlattırıyor. Güyâ kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Fârisî fıkralardır. İşte o damlalar ise, Nebî-i Peygamber olan bir hakîm-i İlâhînin, Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir. Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Yıldız battığında ise, "Ben batıp gidenleri sevmem" dedi. (En'âm Sûresi: 76.) 2- Batıp gidenleri sevmem. (En'âm Sûresi: 76.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:17 | |
| Bir maksud ki, fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü, fânîyim, fânî olanı istemem; neyleyeyim? Bir ma'bud ki, zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü, nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Aciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan, nasıl ma'bud olur? Evet, zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle, me'yusâne feryâd eder ve bâkî bir mahbubu arayan ruh dahi, Lâ ühıbbü'l-âfilîn feryâdını ilân ediyor. İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfârakatı. Derâkab, zevâl ile acılanan mülâkâtlar, keder ve meraka değmez, iştiyâka hiç lâyık değildir. Çünkü, zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların dîvanları, yani aşknâmeleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün dîvân-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryad damlar. İşte o zevâlâlûd mülâkâtlar, o elemli mecâzî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim, İbrâhimvârî Lâ ühıbbü'l-âfilîn ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor. Eğer şu fânî dünyada bekâ istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâkî olasın. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:17 | |
| Dünyaperestlik esâsâtı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fânî ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakiki yolunda fedâ et. Mevcudâtın ademnümâ âkıbetlerini gör. Çünkü, şu dünyadan bekâya giden yol, fenâdan gidiyor. Esbâb içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp me'yusâne fîzâr ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvârî, Lâ ühıbbü'l-âfilîn enîniyle mahbubât-ı mecâziyeden ve mevcudât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcud-u Hakîkîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor. Ey nâdan nefsim, bil ki; çendan dünya ve mevcudât fânîdir, fakat her fânî şeyde, bâkîye îsâl eden iki yol bulabilirsin ve can ve cânan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i Cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen. Evet, nimet içinde, in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'âma geçsen, Mün'imi bulursun. Hem, her eser-i Sâmedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun. Mâdem şu masnuât-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını, acımadan fenâ seyline atabilirsin. Evet, masnuâtta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Mâdem şu masnuât elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâpervâ zevâlin havasına at, arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:17 | |
| İşte, zâhirperest ve sermâyesi âfâkî mâlûmâttan ibâret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirâr ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me'yusâne feryad ediyor, hakikate giden bir doğru yol arıyor. Mâdem ufûl edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti, kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti, vicdan dahi fânîlerden yüzünü çevirdi; sen dahi bîçare nefsim, İbrâhimvârî, Lâ ühıbbü'l-âfilîn gıyâsını çek, kurtul. Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş: demiştir. Haşiye Yani, yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir. Evet Câmi, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlûb, hakiki maksud, hakiki ma'bud, yalnız Odur. Çünkü, bu âlem bütün mevcudâtıyla, muhtelif dilleriyle ayrı ayrı nağamâtıyla zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber Lâ ilâhe illâ Hû der, Vahdâniyete şehâdet eder. Lâ ühıbbü'l-âfilîn'nin açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:18 | |
| [Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: "Yarına kadar beni bırakınız; istihâre edeyim." Sabahleyin kalbime bu iki levha hutûr etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübârek hâtıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhâfaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti; makam münâsebetiyle buraya alındı.] Birinci Levha [Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.]
Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu; ve nur-u Hak nihân gördüm.
Bütün eşyâ-i mevcudât; birer fânî muzır gördüm.
Vücud desen, onu giydim; ah! Ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen, onu tattım; azab ender azab gördüm.
Akıl ayn-ı ikâb oldu; bekâyı bir belâ gördüm.
Ömür ayn-ı hevâ oldu; kemâl ayn-ı hebâ gördüm.
Amel ayn-ı riyâ oldu; emel ayn-ı elem gördüm.
Visâl nefs-i zevâl oldu; devâyı ayn-ı dâ' gördüm.
Bu envâr, zulümât oldu; bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar, na'y-i mevt oldu; bu ahyâyı mevât gördüm.
Ulûm evhâma kalboldu; hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu; vücudda bin adem gördüm.
Habîb desen onu buldum; ah! Firâkta çok elem gördüm. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:18 | |
| İkinci Levha [Ehl-i hidâyet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.]
Demâ gaflet zevâl buldu; ve nur-u Hak ayân gördüm.
Vücud bürhan-ı Zât oldu; hayat mir'at-ı Haktır, gör.
Akıl miftâh-ı kenz oldu; fenâ bâb-ı bekâdır, gör.
Kemâlin lem'ası söndü; fakat, Şems-i Cemâl var, gör.
Zevâl ayn-ı visâl oldu; elem ayn-ı lezzettir, gör.
Ömür nefs-i amel oldu; ebed ayn-ı ömürdür, gör.
Zalâm zarf-ı ziyâ oldu; bu mevtte hak hayat var, gör.
Bütün eşya enîs oldu; bütün asvât zikirdir, gör.
Bütün zerrât-ı mevcudât, birer zâkir müsebbih, gör.
Fakrı kenz-i gınâ buldum; aczde tam kuvvet var, gör.
Eğer Allah'ı buldunsa, bütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör.
Eğer hodbîn ve kendi nefsine mâlik isen, bilâaddin belâdır, gör.
Bilâhaddin azabdır tat; belâ gayet ağırdır, gör.
Eğer hakiki abd-i Hudâbîn isen, hududsuz bir safâdır, gör.
Hesabsız bir sevap var tat; nihayetsiz saadet gör. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:18 | |
| Yirmi beş sene evvel Ramazan'da ikindiden sonra Şeyh Geylânî'nin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ manzûmesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, Esmâ-i Hüsnâ ile bir münâcât yazayım. Fakat, o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübârek Münâcât-ı Esmâiyesine bir nazîre yapmak istedim. Heyhât, nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münâcât, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubu olan Pencereler Risâlesine ilhak edilmişti. Makam münâsebetiyle buraya alındı. Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: "Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim." O Bâkîdir. O, hükümleri hikmetli olandır; biz Onun hükmünün kabzasındayız. • O, Hakem ve Adl'dir; yer ve gök yalnız Onundur. O, mülkündeki gizlilik ve gaybları bilendir. • O, Kâdir ve Kayyûm'dur; Arş ve yer Onundur. O, san'atındaki meziyet ve nakışlar latîf olandır. • O, Fâtır ve Vedûd'dur; güzellik ve kıymet Onundur. O, yaratıklarındaki aynaları ve şuûnâtı büyük olandır. • O, Melik ve Kuddûs'tür; izzet ve kibriyâ Onundur. O, mahlûkatı emsalsiz güzellikte olandır; biz Onun san'atının nakışlarındanız. • O, Dâim ve Bâkî'dir; saltanat ve bekâ ona mahsustur. O, ihsanları cömertçe olandır; biz Onun misafir kafilesindeniz. • O, Rezzâk ve Kâfî'dir; hamd ve senâ Ona mahsustur. O, hediyeleri güzel olandır; biz Onun ilminin dokumasının eseriyiz. • O, her şeye bedel yeten Yaratıcıdır; cömertlik ve ihsanlar Ona mahsustur. O, şikâyet ve yakınmaları ile mahlûkatının duâlarını çok iyi duyandır. • O, şifâ veren Merhametkârdır; şükür ve senâ Ona mahsustur. O, kusurları ve kullarının günahlarını bağışlayandır. • O, merhametli olan Gaffâr'dır; af ve hoşnutluk Ona mahsustur. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:19 | |
| Barla Yaylası; çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir.[Makam münâsebetiyle buraya alınmış On Birinci Mektubun bir parçasıdır.] Bir vakit esâretimde, dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfezâ vaziyetlerini temâşâ ederken, pek latîf bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velveleâlûd bir zelzele-i raksnümâ, bir tesbihât-ı cezbeedâ sûretine çevirdiğinden; eğlence temâşâsı, nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü. Birden Ahmed-i Cizrî'nin Kürtçe şu fıkrası, hatırıma geldi. Kalbim, ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı: | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:19 | |
| | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:19 | |
| Her zîhayat Senin temâşâna, san'atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar. Senin cemâl-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misâl ağaçlar oynuyorlar. Senin kemâl-i san'atından neş'elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar. Güyâ sadâlarının tatlılığı, onları da neş'elendirip nâzeninâne bir naz ettiriyor. İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar. Şu Rahmet-i İlâhiyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar. Ders aldıktan sonra, herbir ağaç, yüksek bir taş üzerinde Arşa başını kaldırıp durmuşlar. Herbirisi, yüzler ellerini, Şehbâz-ı Kalender Haşiye 1 gibi dergâh-ı İlâhîye uzatıp muhteşem bir ibâdet vaziyetini almışlar. Haşiye 1: Şehbâz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki, Şeyh Geylânî'nin irşâdıyla, dergâh-ı İlâhîye ilticâ edip, mertebe-i velâyete çıkmıştır. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:20 | |
| Haşiye 2 Oynattırıyorlar zülüfvârî küçük dallarını ve onunla temâşâ edenlere de latîf şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar. Aşkın "hay huy" perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar. NüshaFikre şu vaziyetten şöyle bir mânâ geliyor: Mecâzî muhabbetlerin zevâl elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enîni ihtar ediyorlar. Mahmud'ların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüznâlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar. Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri, hüznengîz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar. Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihât ile Sâni-i Zülcelâlin tecelliyât-ı esmâsına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir; geliyor. Kalb ise, şu her biri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i'câzın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir san'at, bir hikmet vardır ki, bütün esbâb-ı kâinat birer fâil-i muhtar farz edilse ve toplansalar, taklid edemezler. Haşiye 2: Şehnâz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir. Nüsha: Bu nüsha mezaristandaki ardıç ağacına bakar: | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:20 | |
| Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe, bütün rûy-i zemin velveleâlûd bir zelzele-i firâkta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâkî aradı; "Dünyaperestliğin terkinde bulacaksın" mânâsını aldı. Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebât ve havadan gayet mânidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazîne-i esrar buluyor; herşey çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli tesbih ettiğini anlıyor. Hevâ-i nefs ise, şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvâk-ı mecâzîyi ona unutturup, o hevâ-i nefsin hayatı olan zevk-i mecâzîyi terk etmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor. Hayal ise, görüyor; güyâ şu ağaçların müekkel melâikeleri ağaçların müekkel melâikeler içlerine girip, herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler, güyâ Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşâdda, onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne mânidar vaziyetleri gösteriyorlar. İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor. Mâdem ağaçlar, birer cesed oldu; bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleri ile, havanın dokunmasıyla "Hû, Hû" zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:21 | |
| Çünkü, bütün eşya Lâ ilâhe illâ Hû -1- deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar. Vakit bevakit lisân-ı istidad ile Cenâb-ı Haktan hukuk-u hayatını "Yâ Hak!" deyip, hazîne-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisâniyle "Yâ Hayy" ismini zikrediyorlar. -2-
1- Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. 2- Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:21 | |
| [Bir vakit Barla'da Çam Dağında yüksek bir mevkîde, gecede semânın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutûr etti. Yıldızların lisân-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfının âhirinden alınmıştır.] YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNÂME
Dinle de yıldızları şu hutbe-i şîrînine,
Nâme-i nûrunu Hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisâniyle derler:
"Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i Sultanına.
Birer bürhan-ı nurefşânız vücud-u Sânia,
Hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu'cizatı çün melek seyrânına;
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz. Haşiye
Tûbâ-i hilkatten semâvât şıkkına, hep, Kehkeşân ağsânına;
Bir Cemîl-i Zülcelâlin, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvi âşiyâne;
Birer misbâh-ı nevvar, birer gemi-i Cebbâr, birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mu'cize-i kudret,
Birer hârika-i san'at-ı Hâlıkâne, birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile, yüz bin bürhan gösteririz; işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü; hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir; Rabbimize musahharız. Müsebbîhiz; zikrederiz âbidâne.
Kehkeşânın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz." dediklerini hayalen dinledim.
Haşiye: Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezrâcığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizât-ı Kudret teşhir edildiğinden Semâvât âlemindeki melâikeler o mu'cizât-ı, o hârikaları temâşâ ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızların dahi, güyâ, melâikeler gibi, zemin yüzündeki nâzenin mesnuâtı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennette dâhi müşâhede ediyorlar gibi, bir zemine, bir Cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezâretleri var demektir. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:22 | |
| On Sekizinci Söz[Bu Sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı Üç Noktadır.] BİRİNCİ NOKTA: Nefs-i emmâreme bir sille-i te'dib Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu; ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura, belki bir hakkın var. Halbuki, sen dâim zemme müstehaksın. Zîrâ o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir.
Yaptıkları kötülüklerle sevinen ve yapmadıkları hayırla övülmekten hoşlanan kimseleri, sakın azabdan kurtulurlar zannetme. Onlar için pek acı bir azab vardır. (Al-i İmrân Sûresi: 188.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:23 | |
| Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre mercî olmak için yaratılmışsınız. Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var; o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir sûrette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır. Hem, siz birer perde yaratılmışsınız; tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesîle olasınız. Halbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güyâ iştirâk edersiniz. Demek, nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zâlimdir. Hem deme ki, "Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir." Zîrâ, temessül etmediğinden, mazhar değil, memerr olursun. Hem deme ki, "Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. Haşiye İKİNCİ NOKTA: âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur. Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gâyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.
O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi: 7.) Haşiye: Hakîkaten, ben de bu münâzarada Yeni Said nefsini bu derece ilzam ve iskât etmesini çok beğendim ve "Bin bârekâllah" dedim. | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:23 | |
| Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, "kar"ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gâyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san'ata ve gâyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez. İşte, menba-ı edeb olan Kur'ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir. ÜÇÜNCÜ NOKTA:Mâdem kâinatta hüsn-ü san'at, bilmüşâhede vardır ve katidir; elbette, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) şuhud derecesinde bir kat'iyetle sübutu lâzım gelir. Zîrâ, şu güzel masnuâttaki hüsn-ü san'at ve zînet-i sûret gösteriyor ki, onların San'atkârında ehemmiyetli bir irâde-i tahsin ve kuvvetli bir taleb-i tezyin vardır. Ve şu irâde ve talep ise, o Sânide ulvî bir muhabbet ve masnu'larında izhâr ettiği kemâlât-ı san'atına karşı kudsî bir rağbet var olduğunu gösteriyor. Ve şu muhabbet ve rağbet ise, masnuât içinde en münevver ve mükemmel ferd olan insana daha ziyâde müteveccih olup temerküz etmek ister. İnsan ise, şecere-i hilkatin zîşuur meyvesidir. Meyve ise, en cemiyetli ve en uzak ve en ziyâde nazarı âmm ve şuuru küllî bir cüz'îdir. Nazarı âmm ve şuuru küllî zât ise, o San'atkâr-ı Zülcemâle muhatap olup görüşen ve küllî şuurunu ve âmm nazarını tamamen Sâniinin perestişliğine ve san'atının istihsanına ve nimetinin şükrüne sarf eden en yüksek, en parlak bir ferd olabilir. Şimdi iki levha, iki daire görünüyor: Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san'at. Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve İmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder. İşte, o Sâniin bütün makâsıd-ı san'atperverânesine hizmet eden o daire reisinin ne derece o Sâni ile münâsebettar ve onun nazarında ne kadar mahbub ve makbul olduğu bilbedâhe anlaşılır.
[De ki:] Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Al-i İmrân Sûresi: 31.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:24 | |
| Acaba hiç akıl kabul eder mi ki, şu güzel masnuâtın bu derece san'atperver, hattâ ağzın her çeşit tadını nazara alan in'âmperver San'atkârı, Arş ve ferşi çınlattıracak bir velvele-i istihsan ve takdir içinde, berr ve bahri cezbeye getirecek bir zemzeme-i şükran ve tekbirle, perestişkârâne Ona müteveccih olan en güzel masnuuna karşı lâkayd kalsın ve onunla konuşmasın ve alâkadarâne onu resûl yapıp güzel vaziyetinin başkalara da sirâyet etmesini istemesin?
Kellâ! Konuşmamak ve onu resûl yapmamak mümkün değil. İnned dine indellahil islam -1- Muhammedün rasulüllahi vellezine meahu eşiddaü alel küffari ruhamaü beynehüm -2-
1- Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir. (Al-i İmrân Sûresi: 19.)
2- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Muhammed Allah'ın resûlüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. (Fetih Sûresi: 29.) | |
| | | sitem
| Konu: Geri: sözler risalesi 14.09.08 21:24 | |
| Firkatli ve gurbetli bir esârette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır Seherlerde eser bâd-ı tecellî, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde İnayethâh zidergâh-ı İlâhî Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı. Uyan ey kalbim vakt-i fecirde, Begün tevbe, becû gufran zidergâh-ı İlâhî.
Üstadımızın nazım şeklinde ifade ettiği bu Farsça ibârenin tercümesi şu şekildedir: Seher bir haşirdir [uyanış, diriliş]. Uyuyan ya da uyumayan herşey tesbihdedir. Ey sersem nefsim, ne zaman uyanacaksın? Ömür bir asır da olsa, her canlının kabre seferi gerekiyor. Namaza kalk, ney gibi inleyerek niyaz eyle: Yâ Rab! Pişmânım, utanıyorum, sayısız günahımdan ar ediyorum, zelîlim. İstikrarsız yaşamaktan göz yaşı döküyorum. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim yaşlıyım, ihtiyârsızım. "El-amân!" diyorum, af diliyorum, dergâhından yardım istiyorum, ey Allah'ım!. | |
| | | | sözler risalesi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|