Efendimizin Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi.
Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan'ın kalbi, sevincinden âdeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve siirurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı
tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi,
istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi.
Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtûn, Kâinatın Efendisine
sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.53
Süveybe Hâtûn, daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece, Resûli
Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği
bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş
oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu
karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa
duygusunun sahibi olan Fahri Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet
sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun'u hayatı boyunca unutmadı. Onu
sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve
ikramda bulunurdu.
Evet, vefa, Fahri Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın
temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en
ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Haticei
Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hatun'u hürriyetine
kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna
yanaşmadı. Ancak, Resûli Kibriya Efendimiz, Medine'ye hicretinden
sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden âzad etti.54
Ebıı Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûli Ekrem'in
risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da
putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak
dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lanetine mâruz kaldı ve
cariyesi Süveybe Hâtun'un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ,
Süveybe Hâtûn sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da
anlatılmıştır.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennem'in şiddetli azabı
içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular: "Neden feryad
ediyorsun? Neyin var?"
Ebû Leheb, "Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda
hiçbir hayır görmedim. Sâdece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren
Süveybe'yi âzad ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı
bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi.55
Hâdise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca
kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı
bir İslâm düşmanı, sâdece onu emziren Süveybe Hâtun'u âzad ettiği için
böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve Cehennem'de azabı
bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki, sâdece Sevgili Peygamberinin
zâtına değil,zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâbı
Hakk, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta
mutlak imam ve rehber kabul edip, sünneti seniyyesine îttiba etmekten
şeref duyan gerçek mü'minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî
ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
ÇOCUKLARI SÜTANNEYE VERME ÂDETİ
Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına
yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde
ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedil
idi. Ayrıca, çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün
ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha
sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça
öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile
kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet
hâline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazân daha fazla sütannenin
yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabîle, bilhassa Sa'd b. Bekr
Kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile hâlinde Mekke'ye inerler
ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına
dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd b. Bekr Kabilesi, bilhassa
şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta
temayüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri
gelenleri, daha çok bu kabîle kadınlarına çocuklarını teslim etmek
isterlerdi.
BENÎ BEKİR KABİLESİ KADINLARININ MEKKE'YE GELİŞİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtûn tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa'd Oğullan yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli
bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabîle
halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek bir şeyler
bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve
sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları,
emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek
maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile hâlinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk
buldular. Garibtir ki, hiçbiri, yetim oluşundan dolayı Sevgili
Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma
kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!
Mekke'ye geç giren, sâdece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve
hayası, yüksek ahlâk ve fazileti ile, kabilesi arasında tanınmış bir
kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaîf merkeplerine bindiklerinden,
kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş
çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekr Oğulları kadınları
tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve
hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Haris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin
çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sâdece işin zahirî bir sebebi
olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader'in
kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke
sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz
dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden munis sîmalı yaşlı bir
zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdûlmuttâlib'ti.
Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar
gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdûlmuttâlib, "Sen neredensin?" diye sordu.
Kadın, "Benî Sa'd Kabîlesi kadınlarından..." cevabını verdi.
"Adın ne?"
"Halime!.."
Abdûlmuttâlib, "Ne güzel, ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki,
dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de bunlardadır." dedikten
sonra derin bir iç çekti; arkasından da, Halime'ye, "Ey Halime!..
Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'd Oğulları kadınlarına teklif
ettim, kabul etmediler. Bari, gel, sen ona sütanneliği yap. Belki, onun
yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!" dedi.
Halime, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat,
yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve
teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin
almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü.
Olup bitenleri anlattıktan sonra, "Emzirecek çocuk bulamadım.
Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben
de gidip o yetimi(!) alacağım." dedi.
Kocası Haris, fikrine iştirak etti: "Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."56
Bunun üzerine, dönüp Abdûlmuttâlib'in yanına geldiler.
Abdûlmattâlib, Halime'yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazi evine götürdü.
Halime, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz
bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl
uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halime, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi isınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı!
Artık, hüzün ve ızdırap bulutu Halime'yi terketmişti. Sevincinden
uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken,
birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük
bahtiyarlıktı!
Hâlime, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı.
Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül
gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne
şefkatiyle öptü.
On anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halime'nin busesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar
tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle
doldurdu!
İlk Bereket
Artık, nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halime'nin kucağındaydı.
Fakat, bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye
başlar başlamaz derhâl sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi
kesilmişti birden...
Halime şaşırdı, kocası Haris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi
olan Halime'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan
böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halime, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen
Abdûlmuttâlib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke'den ayrıldılar.
Âmine'nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve âdeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece, Haris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin,
Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi
oluvermişti. Hayretler içinde Halime'ye seslendi: "Ey Halime!.. Bil ki,
sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!"
Halime, kocasını tasdik etti: "Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!"57
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halime dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı.
Merkep, o zaîf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne
oluyor? Bu ne sür'ât, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri
merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halime'nin yol
arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: "Ey Ebû Zueyb'in
kızı!.. Yazıklar olsun sana!.. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa,
bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın
Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaîf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halime, arkadaşlarına cevap verdi: "Hayır, vallahi, merkep aynı merkep.
Hattâ, ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle sür'âtli gidiyor.
Bunda bir gariblik var!"58
Ne yazık ki, henüz kafıledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!
53 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
54 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108.
55 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108.
56 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 171172; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 110111.
57 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
58 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.