Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması
Bütün insanlığa hitab edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din,
elbette gizli kalamazdı. Madem insanlığı maddî manevî huzura
kavuşturmak için bu din gönderiliyordu; öyle ise, açıktan açığa
insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zarurî idi.
Cenâbı Hakk, kâinatta her şeyi tedriç kanununa bağlamıştır. Bu kanuna
riâyet ve itaat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap, hiç şüphesiz,
muvaffakiyetsizlik olacaktır.
Resûlullah Efendimiz de, Allah'tan aldığı talimat üzerine bu kanuna
riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan
açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli
ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu
arzediyordu.
Bu hareketiyle onun İslâm'a muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz.
Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış
ve dâvasına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir
maslahat da kalmış değildi. Zîra, Kureyşli müşrikler tarafından her şey
az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm dâvası birçok kimseyle bir derece
güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm dâvasını açıklamanın ve
tevhid hakikatlerini bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.
İLK İŞ: YAKIN AKRABALARI DAVET
Halkı, İslâm'a açıktan davete nereden başlayacağı, Resûi Ekrem'e bizzat
Cenâbı Hakk tarafından vahiyle bildirildi:"(Ey Resulüm!..) Sen, önce en
yakın akraba ve hısımlarını (Allah'ın dinine davet ederek) âhiret
azabıyla korkut!"239
Resûli Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu
sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada bir gün Hz. Ali'yi yanına
çağırarak, "Yâ Ali!.. Cenâbı Hakk'ın, yakın akrabamı azabla korkutmamı
emir buyurması, bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki, ne zaman
onlara bu işi açmaya kalksam, onların, beni, hoşlanmadığım bir şeyle
ithama kalkışacaklarını göreceğim!" dedi.
Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvasını açıktan açığa akrabalarına
anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithamlarına mâruz kalacağı
endişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp düşünmeyi
uygun görüyordu. Hattâ, onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören,
başta Hz. Safıyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyaretine
geldiler. Efendimiz onlara, "Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok,
rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla
korkutmamı emretti. Abdûlmuttâlib Oğullarını toplayıp onları Allah'a
îmana davet etmek istiyorum!" dedi.
Halaları, "Davet et! Ama sakın, onlardan Ebû Leheb'i davet edeyim deme!
Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez." diye konuştular. Sonra da,
"Biz nihayet kadınız." diyerek Resûlullah'ın yanından ayrıldılar.
ZİYAFET TERTİBİ!
Dâvasını açıklama emrini alan Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Ali'ye, "Bize
sâdece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur; sonra da
Abdûlmuttâlib Oğullarını topla. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi
onlara bildireceğim." emrini verdi.
Hz. Ali, emri derhâl yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Tâlib'in evinde—davet edilmemişken Ebû Leheb de dâhil—bütün amcalarıyla birlikte ikisi kadın 45 kişi toplandı.
Bir Mucize
Kapta bulunan et, bir kişilikti. Sâdece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.
Resûli Ekrem eti parçaladı ve ziyafette bulunanlara, "Bismillah, buyurun!" dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya
yediler. Bir de ne görsünler? Çok az eksilmiş haliyle et, yine yerinde
duruyor! Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken,
Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben, "Şimdiye kadar böyle bir
sihir görmedik! Arkadaşınız, sizi büyük bir büyüyle büyüledi!" dedi.
Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan dâvettekiler dağıldılar.
İKİNCİ ZİYAFET VE RESÛLULLAH'IN AKRABALARINA HİTABI
Resûli Ekrem, neticesiz kalan birinci ziyafetten sonra ikinci bir
ziyafet daha tertipleyerek, yine Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını
bir araya topladı.
Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve, "Hamd yalnız Allah'a mahsustur.
Ben de O'na hamdederim. Yardımı ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na
dayanırım. Seksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki,
Allah'tan başka ilâh yoktur; O birdir, eşi ve ortağı yoktur." dedikten
sonra maksadını şöyle açıkladı:
"Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan
söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!), yine
size karşı yalan söylemem! Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi
aldatmam! Sizi, O'ndan başka ilâh olmayan Allah'a îmana davet ediyorum.
Ben de, O'nun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa
gönderdiği peygamberiyim."
Maksadını böylece hülâsa eden Resûli Ekrem Efendimiz, sözlerine şöyle devam etti:
"Vallahi, siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız
gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da
ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennet'te veya temelli Cehennem'de
kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler
sizlersiniz."240
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince Ebû Tâlib ayağa kalktı ve,
"Sana, severek ve candan yardım edeceğiz! Öğütlerini benimsedik ve
kabullendik; sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atanın
oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye,
onlardan koşacak olanların— andolsun ki—en çabuğu da benden başkası
değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp
seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım! Nefsimi,
Abdûlmuttâlib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım.
Artık ben, onun öldüğü dinde öleceğim." dedi.
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin
hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sâdece biri müstesna: İslâm
Dâvasının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb, ortaya atıldı ve,
"Ey Abdûlmuttâlib Oğulları!.." dedi, "Bu, vallahi bir kötülüktür!
Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini
tutup bundan vazgeç irin! Eğer, siz bugün ona itaat edecek olursanız,
zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız,
öldürülürsünüz!"
İslâm'ın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman
halası Hz. Safıyye'den geldi. "Ey kardeşim!.." dedi, "Kardeşinin oğlunu
ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı?
Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdûlmuttâlib'in neslinden bir
peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte, o peygamber, budur!"
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça, "Andolsun ki,
bu boşuna bir umuttur. Zâten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı
ve köstek mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün
Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz
var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz!" diye
cevap verdi.
Ebû Leheb'in bu konuşmasından Ebû Tâlib fazlasıyla rahatsız oldu. "Ey
korkak!.." dedi, "Vallahi, biz sağ oldukça ona yardım edeceğiz ve onu
koruyacağız." Sonra da Resûli Ekrem Efendimize dönerek, "Ey kardeşim
oğlu!.. Davet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle
birlikte ortaya çıkarız!"241
"Kim Bana Yardımcı Olur? "
O âna kadar sâdece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa
kalkarak, "Ey Abdûlmuttâlib Oğlulları!.. Vallahi, Araplar içinde benim
size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha
üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum! Ben,
sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum
ki, o da 'Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah [Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun resulü
olduğuna şehâdet ederim]' demenizdir." diye konuştu; sonra da, "O
hâlde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek vezirim ve yardımcım
olur?"242 diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı'. Bütün başlar öne eğildi. Gözler. Peygamberimize
bakacak takati kendilerinde bulamıyorlardı. Sâdece biri vardı,
Resûlullah'ın mübarek gözlerine dikkatle bakan... Bu, henüz 1213
yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona,
"Sen otur." dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de
cevap sâdece Hz. Ali'den geldi: "Yâ Resûlallah!.. Sana, ben yardımcı
olurum! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de!.."243
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı
gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddîye almadan toplantıyı terkettiler!
Hz. Ali'nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebîyyi Muhterem
Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi
alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye'se kapıldı. Zîra,
vazifesinin sâdece hak ve hakikati tebliğ etmek olduğunu biliyordu.
Hidâyeti ise ancak Cenâbi Hakk verebilirdi!
DAVETİN İKİNCİ SAFHASI: MEKKELİLERE SAFA TEPESİNDEN İLK HİTAB
(Bisetin 3. senesi / Milâdî 613)
Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îman ve İslâm'a davet,
inanmış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini
kurtaramammış gönülleri ise telâşa sevkediyordu!
"Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir."244 İlâhî fermanı
gelince, Fahri Kâinat, âdeta yerinde duramaz hâle gelmişti.
Hemşehrilerine maddî manevî saadetin yolunu bir an evvel göstermek
istiyordu.
Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safa Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.*
Safa Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resulü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile, "Yâ Sabâhâh!..
Allah Resulü, Mekkelilere toptan Islâmiyeti ve peygamberliğini nasıl
duyuracağını düşünmüş, durmuştu. Sonunda Safa Tepesine çıkmayı uygun
buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira, birinin,
bir tehlike hissettiğinde yahut anîden hücuma geçip gafil bulunan
insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kimsenin haberi olmadan
pusu kuran bir hasmını farkettiğinde, bir dağın tepesine veya yüksekçe
bir yere çıkarak en üst perdeden, "Yâ Sabâhâh!.." diye haykırması, o
zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzerine
korkuya kapılan halk, sür'atle hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda
düşmanı karşılamaya çıkardı (Bkz.: Ebû'lHasen enNedvî,
esSiyretû'nNebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
işte, Peygamber Efendimiz de, Safa Tepesine çıkmakla, Araplar arasında carî olan bu âdeti göz önünde bulundurmuştu.
Kureyş topluluğu!.. Buraya geliniz, toplanınız; size mühim bir haberim var!)" diye seslendi.
Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran?.. Bir tehlikeyle
karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı?
Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?
Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safa Tepesinin
önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, "Muhammedû'1Emin" dedikleri
zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla, "Ey Muhammedi.. Bizi niçin topladın buraya, neyi haber vereceksin?" diye sordular.
Resûli Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün
dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine
toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla
beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi îrad etti:
"Ey Kureyş topluluğu!.. Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce
ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp
ailesine zarar vermesinden korkarak 'Yâ Sabâhâh!' diye haykıran bir
adamın benzeri gibidir.
"Ey Kureyş topluluğu!.. Size, 'Bu dağın ardında veya şu vadide düşman
atlıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!' desem,
bana inanır mısınız?"
O âna kadar "Muhammedû'1Emin" dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir
tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları Resûli
Ekrem'e hep bir ağızdan, "Evet," ddiler, "biz senin doğruluğunu tasdik
ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik.
Sen yanımızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin."
Bu umumî hitabından sonra Resûli Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim!
Yüce Allah, bana, 'En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut.'
emrini verdi. Sizi 'Allah bir, O'ndan başka İlâh yok.' demeye davet
ediyorum. Ben de O'nun kulu ve resulüyüm. Eğer dediklerimi kabul
ederseniz, Cennet'e gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu
da bilin ki, siz, 'Allah bir, O'ndan başka ilâh yok.' demedikçe, size
ben ne dünyada, ne de âhirette bir faide temin edemem."245
Yine Ebû Leheb...
Resûli Kibriya Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitab eden konuşması
karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın
Efendisine doğru fırlatarak, "Helak olasıca! Bizi bunun için mi
çağırdın?" diye âdice bağırdı.
Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sâdece fısıltı hâlindeki konuşmalarıyla dağıldılar.
CEHENNEMLİK EBÛ LEHEB...
Bu hareketleriyle Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş
oluyordu. Resûlullah'a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti
kendisine pahalıya mâl oldu. Çünkü, Cenâbı Hakk, İnzal buyurduğu Tebbet
Süresiyle korkunç akıbetini şöyle haber veriyordu:
"Elleri kurusun Ebû Leheb'in!.. Zâten kurudu, mahvoldu. Ne malı fayda
verdi ona, ne kazandığı!.. O, alevli bir ateşe girecek. (Peygambere
eziyet ve hakarette bulunan) karısı da (Cehennem'de) odun hamalı olarak
(oraya girecek); boynunda bükülmüş bir ip (zincir) olduğu hâlde..."
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamamlayacaktı. Bu
sebeple de, Resûli Kibriya Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin
hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli
ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.
239 Suâra, 214.
240 Taberî, Tarih, c. 2, s. 217: İbni Kesir, Sîre, c. 1, s. 457459.
241 Halebî, İnsanû'lUyûn, c. 1, s. 285.
242 Taberî, A.g.e., c. 2, s. 217; İbni Kesir, Sîre, c. 1. s. 459.
243 Taberî, A.g.e., c. 2, s. 217; Ibni Kesir, A.g.e., c. 1, s. 459.
245 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 199200; Buharı, Sahih, c. 3, s. 171:
Müslim, Sahih, c. 1, s. 133135; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.