Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.Kusay
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen nur-u Ahmedî’yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay’ın bu konağı tarihte “Dârü’n-Nedve” ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusay, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr’a teslim etti ve “Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum” dedi.
Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf’ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.
Hâşim
Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı.
Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.
Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra “Haşimîler” denilmiştir.
Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle. 7
Hâşim’in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed’den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali’nin annesi Fâtıma’nın dayısıdır.
Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır. 8
Şeybe (Abdülmuttalib)
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine “Şeybe” ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine’de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
“Ben, Hâşim’in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur.”
Seyre gelen büyükler Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular:
“Bu çocuk kim?”
Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, “Kölemdir” sözü çıktı.
Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı “Kölemdir” oldu.
Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, “Abdülmuttalib” (Muttalib’in kölesi)” diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra “Abdü’l-Muttalib” (Muttalib’in kölesi) olarak kaldı.