Sözler: (33.söz Yirmibirinci Pencere)
وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nuranî bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: cirmleri, küçüklük-büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemâl-i intizâm ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlahî ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir âzamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizâm ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesâfelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre mikdar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i Arzdan bin defa büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.
Manzume-i şemsiyyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhît-i İlahîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu seyyaremiz, bir âzamet-i şevket-i rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbânî ile (Üçüncü Mektub'da Beyân edildiği gibi) pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniyye olarak acâib-i masnûat-ı İlâhiyye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi, bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi Kamer dahi dakik hesablarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o Kamer'e başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin. Hem, Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesâfeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre “Herkül Burcu” tarafına veya Şems-üş Şümûs cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rubûbiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.
Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir! Hangi esbabın eli buna ulaşabilir! Hangi kuvvet buna yanaşabilir!. Haydi sen söyle. Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı! Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülâsası olan zîhayatları, başka ellere verir mi! Başkasını müdahale ettirir mi! Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halîfesi ve o sultanın âyinedâr bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı! Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi! Kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi?