sitem sitem |
|
| Ehl-i dalaletin galibiyetindeki sebebler | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Ehl-i dalaletin galibiyetindeki sebebler 18.07.09 4:58 | |
| Lem’alar: (13.Lema 12.işaret 4.sual)
Dördüncü Sual: Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakıyyet ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki; onlar bir kuvvete ve bir hakikata istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var, ya onlarda bir hakikat var? Elcevap: Hâşâ.. Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf vardır. Fakat maatteessüf kasîr-ün-nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine hâlel geliyor. Çünki diyorlar: "Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet olmamak gerekti. Çünki hakikat kuvvetlidir. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ olan kaide-i esasiye ile, kuvvet haktadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil gâlibane gelen ehl-i dalâletin hakiki bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı bu derece galibiyet ve muvaffakıyyet olmamak lâzım gelecekti?" Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti, kuvvetsizlikten, hakikatsızlıktan gelmediği, sâbık işaretlerle kat'î isbat edildiği gibi; ehl-i dalâletin galebesi kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad bulmalarından gelmediği, yine o işaretlerle kat'î isbat edildiğinden; bu sualin cevapı, sâbık işaretlerin hey'et-i mecmûasıdır. Yalnız burada desiselerinden ve istimâl ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki: Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salâhı mağlûb ediyordu. Hayretle merak ettim. Tedkik ederek kat'iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahripden ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmesinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır mâdenler hükmünde bulunan fena istidâdları işlettirmekten ve şan ve şeref namiyle riyakârane nefsin fir'avniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasiyle muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırriyle, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ düsturiyle: Onların o muvakkat gelebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem'i kendilerine ve Cennet'i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir. İşte dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhret perest, riyakâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhâlefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin. Nasılki böyle şöhret dîvanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hatta ondan lânetle de .. bahsedilmiş de, Şöhret perestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş, diye darb-ı mesel olmuş. Ey Âlem-i Beka için yaratılan ve fâni âleme mübtelâ olan bîçare insan! فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver! Bak ne diyor! Mefhûm-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalâletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yâni onların ölmesiyle memnun oluyorlar." Ve mefhûm-u işârîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar" Çünki ehl-i îman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira îman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler Ey insan, düşün! Sen alâ-küllihal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tabî isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer Eûzübillahi mineşşeytanirracîm deyip, Kur'ana ve Habîb-i Rahmân'a tabî isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup mânen ağlarlar. Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyî ile, kabir kapısiyle girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.
Sözler: (Lemaat)
“El-hakku Ya'lû” Bizzât, Hem Akibet Muraddır Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Mâdem El-Hakku Ya'lû haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?” Dedim: Dört noktaya bak! Bu müşkil de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir. Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir. Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzât, hem dâima değildir. Lâkin âkibet-ül âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, haricen her dem vâki, sâbit değildir. Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir. Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de her dem sâbit değildir. Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru' vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir. Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânîdar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir. Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâl'in iki vasf-ı kemâlden iki Şer'î tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşîetle takdirdir, O da şer'-i tekvinî.. Vasf-ı Kelâm'dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evâmire kaşı itâat, isyan Nasıl olur. Öyle de tekvinî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrâda görür, Mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir; Atâletin mücâzatı sefalet. Öyle de, sa'yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır. Bâzan iki şeriat evâmiri, bir şeyde beraber müctemî'dir. Her birine bir cihet.. Demek tekvinî emre itâat ki bir haktır. İtâat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâki galib olsa Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir. Demek “El-hakku ya'lû” bizzât demektir. Hem âkibet muraddır, kayd-ı haysiyyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur: Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir. Mühezzeb ve müzehheb yapmak için, muvakkat bâtıl ona Mûsallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi. “Âkibet-ül müttakîn” ona vurur bir darbe! İşte bâtıl mağlubdur. “El-hakku ya'lû” sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Ehl-i dalaletin galibiyetindeki sebebler 18.07.09 5:00 | |
| Şualar: (11.Şua 11. Mesele)
Onbirinci Mes'ele Meyve'nin Onbirinci Mes'elesinin başı; bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü'yetullah olan îman şecere-i kudsiyesinin hadsiz, küllî ve cüz'î meyvelerinden yüzer nümûneleri Risâle-i Nur'da beyan ve hüccetlerle isbat edildiğinden, izahını "Sirâcünnur"a hâvale edip; küllî erkânının değil, belki cüz'î ve cüzlerin, cüz'î ve hususî meyvelerinden birkaç nümûne beyan edilecek. Birisi: Bir gün bir duada, "Ya Rabbi! Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle" meâlinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrâil nâmını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim. Azrâil'i cidden sevmeğe başladım. Melâikeye îman rüknünün bu cüz'î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz'î meyvesine gayet kısa bir işâret ederiz. Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi' olmaktan ve fenâdan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat'î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitâbet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet'te bâkî meyveleri bulunsa, daha ziyâde merak eder. "Kiramen Kâtibîn" insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki târif edemem. Sonra ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrid etmek içinde bütün kitablarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber, gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melâikeye îmanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi. Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi. Hayâlim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere îmanın pek çok meyvelerinden buna benzer birtek meyvesini aldı, tattı Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara îmanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve îmanımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin îmana âit olan dâvalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu. Birden "Hikmet-ül İstiaze Lem'ası"nda kat'î cevabı bulunan bir suâl kalbime geldi ki: "Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve fâideler ve hasenâtın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhîmîn'in gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidâyete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet neden çok defa galebe eder ve bazan yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti perişan eder." diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde, şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur'ânın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk'ın yardımını ehl-i îmana göndermesi hatıra geldi. Risâle-i Nur'un onun hikmetini kat'î hüccetlerle îzahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz: Evet bazan serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şerâitin ve erkânın ve esbabın vücûduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması birtek şartın ademiyle vâki' ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli mânevî yangınlar yaparlar. Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir, tahribdir. Sûreten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakk'ın dergâhına ilticâya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur'ân onları himâye için büyük tahşidat yapar. Doksandokuz esmâ-i İlâhiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir. Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes'elenin esası göründü. Şöyle ki: Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sünbüllendiriyor, öyle de; Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarını kavuruyor ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sâir vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli mes'elenin şimdilik kapısını açmayacağız. İnşâallah sonra izah edilecek. Hem meleklere îmân meyvesinden bir cüz'ü ve Münker ve Nekir'e ait bir nümûnesi şudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma hayâlen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferidde bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me'yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münâzaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi hayâlen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim. Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir'in: "Men Rabbüke"= "Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: "(Men) mübtedadır. (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes'eleyi benden sorunuz, bu kolaydır." diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşf-el kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i ilâhiyeyi tebessüme getirdi; azabdan kurtulduğu gibi, Risâle-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risâlesi'ni kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melâike-i suâle mahkemedeki gibi Meyve hakikatları ile cevab verdiği misillü; ben de ve Risâle-i Nur şakirdleri de, o suâllere karşı Risâle-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi mânen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah. Hem meleklere îmânın saadet-i dünyeviyeye medar cüz'î bir nümunesi şudur ki: İlmihâlden îman dersini alan bir mâsum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vâveylâ eden diğer bir çocuğa: "Ağlama, şükreyle. senin kardeşin meleklerle beraber Cennet'e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir." deyip, feryad edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir. Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âlî mekteblerde birinciliği kazanan, hem Risâle-i Nur'un hakikatlarını neşreden, biraderzâdem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hanım namındaki merhume hemşirem. Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi'nde yazılan merhum Abdurrahman'ın vefatı gibi beni ağlatırken; îmanın nuruyla o mâsum Fuad, o sâliha Hanım insanlar yerinde meleklere, hûrilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını mânen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuad'ın pederi kardeşim Abdülmecid'i, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrâhimîn'e teşekkür ettim. Bu iki merhumeye rahmet duâsı niyetiyle buraya yazıldı kaydedildi. Risâle-i Nur'daki bütün mîzanlar ve müvâzeneler, îmânın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü'minin îmanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak. belki sünbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler. Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi'rac olarak Otuzbirinci Söz'ün âhirinde ve beş meyvesi Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dal'ında nümune olarak yazılmış. Erkân-ı îmâniyenin herbirinin ayrı ayrı pek çok belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü'yet-i İlâhiyedir diye, başta demiştik. Ve Otuzikinci Söz'ün âhirindeki müvazenede, îmanın saadet-i dâreyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş. İman-ı bil'kader rüknünün kıymetdar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında مَنْ آمَنَ بِا لْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ı mesel olmuştur. Yâni, "Kadere îman eden, gamlardan kurtulur." Risâle-i Kader'in âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şahane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş. Hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere îman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere îman cihetine bakardım; musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve kadere îman etmeyen nasıl yaşayabilir diye hayret ederdim. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Ehl-i dalaletin galibiyetindeki sebebler 18.07.09 5:00 | |
| Melâikeye îman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmiikinci Söz'ün İkinci Makam'ında şöyle işaret edilmiş ki; Azrâil Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a münacat edip demiş: "Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ edecekler." Ona cevaben denilmiş: "Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibâdımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin." Aynen bu perdeler gibi Azrâil Aleyhisselâm'ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvâlar Cenâb-ı Hakk'a gitmesin. Çünki ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvâya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahîm-i Mutlak'a gitmemek hikmetiyle Azrâil Aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübâşereti -nazar-ı zâhirîde- görünmesin. Yoksa hiçbir sebebin hakikî tesiri ve îcada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat'î gösterdiğini, Risâle-i Nur hadsiz delilleriyle isbat etmiş. Halketmek, îcad etmek ona mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-î ihtiyarıyla cüz'î, îcadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur. Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. İşte nasılki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücûdiyede istihdam edilen zâhirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler. Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadrden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünki bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor. Bu şeytanî ve şerli perdeler, o kusurâta merci olup itiraz ve şekvaları bi'l-istihkak kendilerine alarak Cenâb-ı Hakk'ın takdisine vesile oluyorlar. Zâten şerli ve ademî ve tahribçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil, az bir fiil ve cüz'î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O şerir fâiller, muktedir zannedilirler. Halbuki ademden başka hiç tesirleri ve cüz'î bir kesbden hâriç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakikî fâildirler. Bil-istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler. Demek seyyiatta o fenalar fâildirler; fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i sâlihte vücud olmasından, o iyiler hakikî fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler; feyz-i İlâhîyi kabul ederler ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlâhîdir diye, Kur'ân-ı Hakîm
مَآاَصَابَكَ مِنْ حَسَنةٍ فَمِنَ اللَّهِ وَمَآ اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَferman eder.
Elhâsıl: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri "Elhamdülillâh Elhamdülillâh" ve bütün adem âlemleri "Sübhanallah Sübhanallah" derken ve ihâtalı bir kanun-u mübâreze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere îmânın bu meyvesi tecelli eder, mes'eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَا تِ وَالْاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır. İkinci bir küllî meyvesine "Yirmidördüncü" ve "elif"ler kerâmetini gösteren "Yirmidokuzuncu Söz"ler işâret edip parlak bir sûrette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında, cüz'î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihâtalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat'îdir. Ve şuursuz cemâdat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rubûbiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler. Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yâni nezâretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yâni ileride bâki Cennet'e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail'in eski peygamberlerinden rivâyet var ve İbn-i Abbas'tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mâna, mürûr-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telâkki edilmekle, aklın haricinde bir sûret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur. Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o ferdlerin â'zâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubûdiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarâne temsil edip dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve herbir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş. Ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münâsebât-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (Aleyhisselâm) ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık'a mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezâret eden İsrâfil (Aleyhisselâm) ve Azrail (Aleyhisselâm) ve hayat dairesinde rahmetin en cem'iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezâretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (Aleyhisselâm) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezâsıdır. Onların ve herbirinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'îdir ve şübhesizdir. Melâikeye âit başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdî ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu'cizat-ı san'atına karşı, onlara dilleriyle "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhânallah" dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil "Elhamdülillah, Veşşükrü-lillâh, Allahüekber" o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zücelâli ve'l-Cemâl, elbette, bilâşek velâ-şübhe, koca semavata münasib, isyansız ve dâima ubûdiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semâvâtı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın tâifelerinden pekçok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden îcad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san'at ve rahmet-i İlâhiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar. Evet zaman-ı Âdem'den beri bütün semavî kitablar ve dinler, meleklerin vücudlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhâvereler, kesretli tevatür ile insanlar içinde vukubulduğunu nakl ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücudları gibi meleklerin vücudlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat'î isbat eder. İşte şimdi gel, îmân nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat; nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibâdethâneye çeviriyor. Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâkî hayatın bir cilve-i lezzetini ehl-i îmâna derecesine göre dünyada dahi tattırır. Tetimme: Nasılki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san'at bulunmasıyla Hâlık'ın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkıyet ve kudsiyeti, cüz'î-küllî herbir masnu'un hâl dili ile ilân ediliyor. Aynen öyle de; her tarafta melekleri halkedip her mahlûkun lisân-ı hâl ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârane dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubûdiyetten başka hiçbir îcad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatları dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ * وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar. |
| | | | Ehl-i dalaletin galibiyetindeki sebebler | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|