Kastamonu Lahikası: (38. Mektup)
Dün akşam namazını kılarken ikinci rek'atta, Fâtiha-i Şerife'den sonra
شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَاْلمَلاَئِكَةُ وَاُولُو الْعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
âyetini okurken, hiç düşünmediğim, akıl ve kalbimde bir şey, taharriye bir sebeb yokken, birdenbire ruhun penceresine şu azîm âyet-i kerimenin Risale-i Nur'a, müellifine bir münasebet-i ma’nevîye ile işareti gösterildi. Namazdan sonra düşündüm. Hakikaten kuvvetli bir münasebet-i ma’nevîyesi var. Şöyle ki:
Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlâhiyeyi cin ve ins ve ruhaniyata karşı kat'î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur'an-ı Azîmüşşan olduğu gibi; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemal-i adaletle ve sâdık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bâhir bir surette, kâinat safahatında ins ve cinnin enzarına arzedip isbat eden Risale-i Nur; bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hekîm, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip, talim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı da Risale-i Nur olmasına şübhesiz bir kanaat veriliyor.
İkinci kelime-i tevhidden sonra اَلْعَزِيزُاْلحَكِيمُisimleriyle Cenâb-ı Hak (Celle Celalühü) zâtını tavsif buyurup, ikinci derecede aynı isimlerin mazharı olan Risalet-in Nur şahs-ı manevîsine işaret etmesi Kur'an-ı Azîmüşşan'ın şe'nine yakışır bir keyfiyettir.
Çünki: Belki bütün dünyaya muhalif olarak fakr-ı hâliyle beraber İzzet-i İlâhiyye ve İzzet-i İlmiyeyi muhafaza için ölümden beter musibetlere karşı göğüs geren, tahammül eden Risale-i Nur müellifi olduğu gibi; zeminde ve semavatta hikmetle tasarrufatın muammasını açan yine Risale-i Nur olduğu sâdık ve musaddaktır. Bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeyi te'yid eden bir emaresi de şudur ki: اُولُوا الْعِلْمِ makam-ı cifrîsi ikiyüz ondört olup, Risale-i Nur'un bir ismi olan بَدِيعُ الزَّمَانْ nın (ز)Lâm-ı aslî sayılır yüz ondörde tam tamına tevafuku ve müellifinin hakikî ve daimî ismi olan (Molla Said'in) makamı olan ikiyüz onbeşe bir tek farkla tevafuku, elbette bu kelime-i kudsiyenin her asra baktığı gibi, bu asra da medar-ı nazar bir ferdi Resail-in Nur olduğuna bir emare olduğu gibi; وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ (okunmayan ikinci vav ve hemze sayılmaz) makamı olan altıyüzbir adediyle, Risale-i Nur'un beşyüz doksandokuz makamına ve Resail-in Nur makamına yalnız iki farkla, iki ismine tevafuku dahi bir emare olduğu ve
ةُ وَاُولُو الْعِلْمِ شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَاْلمَلاَئِكَ cümle-i tevhidiye-i kudsiyesinin makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi olan bin üçyüz altmış adediyle tam tamına bu acib isyan, tuğyan ve temerrüd asrının ve garib küfran ve galeyan ve ilhad zamanının bu senesine ve bulunduğumuz bu tarihe tevafuku ve tetabuku elbette kuvvetli bir emaredir ki; bu pek büyük ve geniş ve âmm olan tevhid ve şehadetin medar-ı nazar ehemmiyetli efradı ve mâsadakları, her zamandan ziyade bu şehadete muhtaç bu asrın bu vaktinde bulunacaktır. Ve şimdilik o şehadeti te'sirli bir surette isbat eden Resail-in Nur o efraddan birisi ve hususî medar-ı nazar olduğuna pek çok emareler ve işaretler ve beşaretler vardır.
َاللَّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Risale-i Nur şakirdlerinden Hâfız Ali (R.H.)
Şualar: (5. Şua 6. Mesele)
BEŞİNCİ MES'ELE: Rivayette vardır ki: "Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler."
Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Nasılki padişahı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.
ALTINCI MES'ELE: Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra
مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ vird-i ümmet olmuş.
Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.