Mektubat (23.mektup Yedinci Sualiniz)
Yedinci Sualiniz:
خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْhadîs midir; bundan murad nedir?
Elcevap: Hadîs olarak işitmişim. Murad da şudur ki: "En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki; gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister; çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tâbi olur."
Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki; ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet olarak ta'lik etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:
Dost istersen Allah yeter. Evet o dost ise, herşey dosttur.
Yârân istersen Kur'an yeter. Evet ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
Mal istersen kanaat yeter. Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden, bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.
Yedinci mes'elenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:
Bir iki gün evvel bir hâfız, Sure-i Yûsuf'tan bir aşr, tâ
خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ e kadar okudu. Birden ânî bir surette bir nükte kalbe geldi: Kur'ana ve îmana ait herşey kıymetlidir, zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet saadet-i ebediyeye yardım eden küçük değildir. Öyle ise, "şu küçük bir nüktedir, şu izaha ve ehemmiyete değmez" denilmez. Elbette şu çeşit mesailde en birinci talebe ve muhatab olan ve nüket-i Kur'aniyeyi takdir eden İbrahim Hulûsî, o nükteyi işitmek ister. Öyle ise dinle:
En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hâtimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا َوَاْلحِقْنِى بِالصَّاِلحِينَ âyetinin, ulvî ve latif ve müjdeli ve i'cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere "Eyvah!" dedirtir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yûsuf'un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yûsuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yûsuf kendisi Cenâb-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.
İşte Kur'an-ı Hakîm'in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yûsuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yûsuf'un âlî sıddîkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.