sitem sitem |
|
| Dualarımız... | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Dualarımız... 09.05.09 22:41 | |
| DUAاُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدينَ Araf / 55. Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.
وَلَا تُفْسِدُوا فِىالْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا اِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَريبٌ مِنَ الْمُحْسِنينَ Araf / 56. Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
وَاذْكُرْ رَبَّكَ فى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلينَ Araf /205. Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma.
لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه لَا يَسْتَجيبُونَ لَهُمْ بِشَىْءٍ اِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ اِلَى الْمَاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِه وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرينَ اِلَّا فى ضَلَالٍ
Ra'd / 14. Gerçek dua O'nadır. O'nun dışında yalvarıp durdukları ise onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar olsa olsa ağzına su gelsin diye iki avucunu açana benzer ki, o, ona gelmez. Kâfirlerin duası hep bir sapıklık içindedir.
تَتَجَافى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا
وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Secde / 16. Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümid içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayıra sarfederler.
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونى اَسْتَجِبْ لَكُمْ اِنَّ الَّذينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتى سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرينَ
Mü'min / 60. Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu.
وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءَهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الْاِنْسَانُ
عَجُولًا
İsra / 11. İnsan, hayrın gelmesine dua ettiği gibi kötülüğün gelmesine de dua eder. İnsan pek acelecidir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:44 | |
| PIRLANTA SERİSİ… Duâ, bir ibadettir, duâ kulluğun özüdür, duâ Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Zaten, Allah (cc) da “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!” buyurmuyor mu? ve “Duâ edin kabul edeyim” diyen de bizzat kendisi değil mi? Duâ, Allah (cc)’la kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile, kulun düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir duâ. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Kadîr-i Mutlak’tan ister; işte bu isteğin adıdır duâ. O, helezonlar hâlinde kuldan Rabbe yücelen tatlı bir nağmedir ta arşa kadar... Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen duâ, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duâsız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baştan sona kadar duâdan ibarettir. Duâ, Rıza-i İlâhî’nin şifresi ve cennet yurdunun da anahtarıdır. Yine duâ, “abd”den Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rab’den “abd”e inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah (cc)’la kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır. Duâ, bir cihetten ibadet, bir başka cihetten imkân âlemi ile lâhut âlemini birleştiren ulvî bir miraçtır. İnsanı merdiven merdiven Hakk’a yücelten mukaddes bir miraç..! Rahmet elinin üzerimizde dolaşması, duâ sayesindedir. Duâ, aynı zamanda gazabın da paratoneridir. Evet, hakkımız-da rahmeti ve rızayı celp, gazap ve öfkeyi def edecek olan müessir bir ubudiyettir duâ. Çok defa beşer imkânının tükendiği noktada duâ şuuru -keşke tâ baştan olsa!- başlar. Haddizatında, ona başlangıç ve bitiş noktası tesbit etmek, ya yoktur veya imkansızdır. Çünkü, duâdan müstağni olacak bir ânı yoktur insanın. O hâlde kul, kendisinden tecellileriyle bir ân dur olmayacağı Rabb’ine, duâdan da bir ân dur olmaması lâzımdır. Zira, Rabbin kapısına duâ ile varılır, o kapıda duâ ile konuşurlar ve rahmeti hakkımızda sağnak sağnak celbeden de duadır. Bize bakan yönüyle duâ, istemektir. Biz maddî-mânevî ihtiyaçlarımızı isteriz Rabb’imizden. Ne var ki, çok defa istediğimiz şeyi de, isteme şeklini de bilemeyiz, bilemeyiz de istemede bile sû-i edebde bulunuruz Zât-ı Zülcelâl’e karşı. İstenilen şeyleri, Mutlak İrade sahibinin iradesi istikametinde görmek istemeyip, kendi arzumuz istikametinde diler dururuz. Bundan dolayı da her istediğimizin âcilen yerine getirilmesini, yerine getirilmeyen arzularımızın da reddedildiğini düşünerek me’yûs oluruz. Daha açık bir ifade ile, mutlak iradeyi, her zaman kendi cüz’î irademizin peyki olarak görmek isteriz. Bütün bunlar, duâ âdap ve terminolojisine zıt olan şeylerdir. Bu niyetle yapılan duâlar, Allah (cc)’la kul arasında râbıta olmaktan çok uzaktır. Onun âdap ve erkanına riayet ise, icabete vesile olacak şartlardan birisi, belki de en birincisidir. Duâ, bazan ciddî bir istek ve iştiyak halinde sırf bir mülahaza olarak kalpten yükselir. Bu durumda kul, hiçbir şey söylemez. Belki dudakları bile kıpırdamaz; ama, O Allâmü’l-Guyub’un, hâline nigahbân olduğunu bilerek, tam bir tevekkül içinde bulunmaya çalışır ve bulacağını bulur. Tıpkı Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı andaki durumu gibi. Bütün imkânların kesildiği ve sebeplerin sükut ettiği bu noktada: “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmet ol (İbrahim’i yakma)” (Enbiyâ, 21/69) ilâhî fermanı ona hiç umulmadık şekilde medet kaynağı olmuştur. Kalpteki duyguların, lisan yoluyla Rabbe ulaştırılması; bu da duânın ikinci bir şeklidir. Burada kul, sadece hâlini arzeder, fakat isteğini dile getirmez. Bazen de, hem halini arz eder hem de isteğini dile getirir. Kur’ân, peygamber duâlarından her ikisini de misâl olarak seçmiştir ki, birinciye Hz. Eyyûb Aleyhisselâm’ın: “Ya Rabbî! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhîminsin” (Enbiyâ, 21/83) duâsıyla, Hz. Yûnus Aleyhisselâm’ın: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiyâ, 21/87) duâsı gibi.. ikinci duruma da Hz. Zekeriyâ Aleyhisselâm’dan misâl verilmiştir ki, O da, Rabb’ine:“ hiçbir ilâh yok yüce katından temiz bir nesil bağışla. Muhakkak ki Sen duâları işiticisin” (Âl-i İmran, 3/38) diyerek duâda bulunmuştu. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in, duâ mevzûu üzerinde ısrarla durması ve yapılacak duâları Efendimiz’e bizzat ta’lim buyurması, mes’elenin ehemmiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce âyet-i kerime ile, duâ mes’elesi üzerinde ısrarla durur muydu? Bunun dışında, Efendimiz’den rivayet edilen, yüzlerce, hatta binlerce hadîs-i şerif de duânın ehemmiyeti hakkında hem tahşidat yapıyor, hem de hayatın her faslında, yapılması gereken duâları bu ümmete ta’lim buyuruyor. O halde insan, duygu ve düşüncelerini birer istek halinde takdim ederken, bunu en iyi şekilde ifade etmek ve az sözle çok mânâ dile getirmek ister ki, bu hususta da ona en büyük yardımcı da başta Kur’ân-ı Kerîm, ikinci derecede de Hadîs-i Şeriflerde öğretilen duâlardır. Öyledir, çünkü, bize istemeyi veren Zât, o duâlarda nasıl isteyeceğimizi de öğretmektedir. Kendisine en güzel ve en müessir duâlar öğretilen de, hiç şüphesiz Allah Resûlü’dür. Zira, duâ ile kapısı çalınan Zât’ı en iyi bilip tanıyan O’dur. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:44 | |
| DUA İSTEYENLERŞimdi sizin döneminizde yüzlerce insan duası hora geçer hüsnü kabul görür zannettikleri bir insandan dua talep ederken inanır mısınız “ne olur ihlasla hizmetle devam edelim. Hayatımızın sonuna kadar bizi hizmetten bir lahza Allah hem de ihlaslı hizmetten ayırmasın.” Dua talep ediyorlar. Siz de ediyorsunuzdur. Belki sizinde isminiz defaatle gelmiştir ele. Fakat hepsinin arkasında, o isimlerin arkasında, şunu görüyorsunuz: “Ne olur Allah aşkına Allah şahadeti bizden esirgemesin” birde emcamında bu işin herhangi bir cephede bir can alıcı hasmımızla, bu millete karşı kötülük yapmış bir düşmanla orada tıpkı ibni Cahşler gibi ölmeyi bize de nasip eylesin deyen binlerce olabilir. O devirde onların adı ibni Cahş , Musab bin Umeyr, Hamza bin Abdulmuttalip’ti. Bu devirde de namı nişanı belirsiz. Ve ben bunların isimlerini o kadar aziz tutuyorum ki, hafta geçmiyor ki, siz bir Pazar günü bir Cuma günü kürsüde görüyorsunuz. Kürsüden inerken avucuma bir tomar kağıt tutuşturuyorlar. Ve elime alıyorum. Hiç birini tanımıyorum. Bir şafak vakti kalkıyor, bir elhamdülillah diyorum, bir salat-u selam okuyorum, bir de bunların adlarını teker teker zikrediyorum. Ve sonra istedikleri duayı yerine getiriyorum. “Allah’ım beni de bunların içinde kabul buyur. İhlasla, samimiyetle, yürekten dini mübini İslam’a hizmete bizleri muvaffak eyle. Bahtına düştüm muvaffak eyle. Boyunduruğun yere konduğu günde muvaffak eyle. Alemin şehvetini yaşadığı günde , kadın kız peşinde koştuğu günde bu levent delikanlılar, bu gençler, bu yiğitler yaşlısıyla genciyle yani. Hepsi dua talep ediyorlar. Hiç birinin simasını bile tasavvur edemiyorum. Hayalimde canlandıramıyorum. Kim bilir çehreleri ne kadar temizdir diyorum bunların Allah’ım. Yürekleri ne kadar temizdir. Muhakkak ki bu temiz yüreklere zarf olan çehreler de çok temizdir, kametlerde çok temizdir. İsteklerini sana arz ediyorum. Perişan ifadelerimle değil, tertemiz duygularıyla nasıl ifade ediyorlarsa öyle.”Ve sonrada birisini çağırıyorum, bu isimleri yakmıyorum yok ederken. Bu isimleri çöplüğe atmıyorum. Çöp tenekesine de atmıyorum. Çünkü o isimler benim nazarımda Cebrail’in, Mikail’in, İsrafil’in, Azrail’in adı kadar kıymetlidir. En emin, en güvendiğim birisinin eline tutuşturuyorum ayak değmediği çiğnenmediği bir yere götür göm bunları diyorum. İnanıyorum ki kendileri gibi bu isimlerde bir gün ruşeymler gibi başlarını çıkaracak, başaklar gibi salınacak ve duygunuza düşüncenize dünyanın dört bir yanında musalla, küfrü mutlaka karşı bir set teşkil edecek. Ruhani ordular haline gelecekler. O devirde bunların adı ibni Cahşlerdi, Musab bin Umeyrlerdi. Ben hayatım boyunca onların hayranlığını yaşadım. Hayatım bir dua gibi onları görebilir miyim hülyasıyla, rüyasıyla geçti. Bütün bu tatlı rüyaları yaşadım. Sekiz on yaşında – bağışlayın – kendi koyunlarımızın arkasında sirete dair kitap koltuğumun altında okurken acaba bir daha böyle insanlar görülür mü. Ellerimi kaldırıp diyebilirim. “Allah’ım sana binlerce hamd ve sena olsun, kaddin büküldüğü dönemde dahi olsa yaşın öbür tarafa döndüğü dönemde dahi olsa bana Ebu Bekirleri, Ömerleri, Osmanları, Alileri gösterdin” ibni Cahş’a çok hayrandım rüyalarımda görmek için bile. Ömer’e çok hayrandım. Minnacık ellerimi açıp yatağımda sekiz on yaşımda göster Ömer’i bir göreyim çehresi nasıl. Ve bu gün ben onları aranızda gördükçe fehir fahur Rabbime karşı şükranla iki büklüm oluyor “sana binlerce hamd ve sena olsun.” Ad başka ama peygamber bezmi (s.a.s.) yenileniyor. Allah’ım senin lutfun bir devirde bitmiyormuş demek ki. Sen deyince ve isteyince her devrin insanını lutfunla kereminle yine doyuruyor, tatmin ediyorsun... |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:44 | |
| SONSUZ NURDAN O, bir istikamet insanıdır. Zâten kulluk da istikamet demektir. Cenâb-ı Hakk: “Bana kulluk edin. Müstakim yol budur” (Yâsin, 36/61) derken bu hakikata işaret buyurmaktadır. Allah Resûlü’nün bütün hareketlerin-de, bir ölçü ve denge vardır. O, cihanı fethedecek orduları şuraya-buraya sevkederken, bir karıncayı dahi incitmeme prensibini de her zaman korumuştur. Hep sebeplere tevessül etmiştir; ama duâyı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Gece-gündüz münacaat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah’ın hayatına baksın! Baksın ve insanlık, duânın ne demek olduğunu, duâ etmenin âdâbını ve duânın, insana maddî-manevî kazandırdıklarını görsün, görsün ve ibret alsın. Yüzlerce insan, Efendimiz’in duâlarını bir araya getirip, duâ mecmuaları te’lif etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk, böyle bir lütfu, şu satırların yazarından da esirgemedi.. zaten o esirgemez! “Mecmuatü’l-Ed’iyyeti’l-Me’sûre” adı altında, Efendimiz’in duâları bir araya getirildi. Mümkün mertebe, bu eser ebat olarak küçük tutulmaya çalışıldı. Bu mini esere bakanlar dahi göreceklerdir ki, duâda dahi Allah Resûlü’ne ulaşmak mümkün değildir. Sanki O, hayatının her ânını duâ ile geçirmiş gibidir. Bir insan, başka hiçbir iş yapmasa ve sadece duâ etse, onun bir ömrü dolduran duâsı, ancak Allah Resûlü’nden mervî duâlar kadar olabilir... Allah Resûlü, duâlarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştür. Duâ, O’nun dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efganıydı. O, bir an dahi duâsız olmamış, dudaklarını ıslatan bu kevser dolu kadeh, hiçbir zaman elinden düşmemişti. Aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı; fakat ibadet ve duâda da eşimenendi yoktu. Sahâbe de bir ibadet topluluğuydu. Ancak O’nunla yürümeye kalktıkları zaman dökülüp kalırlardı. -O dökülüp kalanlara kıtmirin ruhu feda olsun- O ise yorulma nedir bilmeden hep yürürdü. Çünkü Allah (cc), O’nu hep ileriye doğru yürüsün ve hep önde bulunsun diye yaratmıştı. Mi’rac’da Cibrîl bile O’nunla yürümeye kalkmış da, nihayet bir noktadan sonra onun da dermanı kesilmişti.. kesilmişti de “Yürü ya Resûlallah! Top senin çevgân senin” demişti.. evet O adetâ meleklerle maraton yapan bir insandı…(Geniş bilgi Sonsuz Nur’da) |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:45 | |
| ALLAH’I ANMA VE DUA Hak dostları evrâd u ezkâra (Kur’an ve dua okumaya, Allah’ı anmaya) çok önem verirler. Hergün bir miktar Kur’an okuma ve değişik dualarla Allah’a niyazda bulunmanın O’nunla irtibatımız açısından çok önemli olduğunu söylerler. Her fert kendi gücü nisbetinde bir şeyler belirlemeli ve onu hergün okumalıdır, derler. Üstad Hazretleri’nin Mecmuatü’l-Ahzâb’ı onbeş günde bir hatmettiğini bir yakınından bir kaç defa dinledim. O kitap üç cilttir; demek ki, ciltlerden her birini beş günde bir okuyor. Onca kitap yazma; te’lîf, tashîh, arkadaşlarıyla görüşme, yaşadığı ağır şartlar; hapishaneler, takipler, tevkîfler, tarassutlar, tehcîrler.. bütün bunlara rağmen evrâd u ezkârında hiç kusur etmiyor. Bazıları “Duada mübâlağa etmemeli, aşırı gitmemeli” falan derler. Zannediyorum aşırı gitme meselesini Ubâde b. Samit’in kendi oğluna yaptığı vasiyetteki ifadelerini yanlış anlayarak ortaya atıyorlar. O dua ederken, mesela; bazılarımızın “Allahım, şöyle bir Cennet, yamacında şöyle bir köşk, köşkün yanından akan pırıl pırıl bir çay...” dediği gibi teferruata ait şeyler zikrediyor; ayrıntılara dalıyor. Bu sebeple Hz. Ubâde, “Oğlum, ben Rasûlullah’tan duada ifrattan sakındıran sözler duydum.” diyor. O ifratı (aşırılığı) meselenin keyfiyetiyle alâkalı detaylarla uğraşma şeklinde anlıyor. Yoksa, Cenâb-ı Hak “Ya eyyuhellezîne âmenu’zkürullâhe zikran kesîrâ - Ey iman edenler, Allah’ı çok anın, çok yâd edin.” derken, bir insan sabahtan akşama kadar durmadan “Sübhanallâhi ve bihamdihî sübhânallahil azîm” dese yine duanın hakkını eda etmiş olamaz. Efendimiz bu duanın sabah akşam yüzer defa söylenmesini tavsiye ediyor. Ümmü Seleme validemiz de taşları veya fasulye tanelerini yanına koyuyor ve onlarla sayarak hergün yüz defa söylüyor. Birbirini tanıyan, bilen insanlar değişik gruplar halinde dua okuyabilirler. Mesela, Büyük Cevşen’i birkaç kişi paylaşıp okuyabilir. Paylaşıldıktan sonra artık her insanın kendisine ayrılan bölümü okuması onun için gerekli olur. Yani “Allah’ı anma, zikretme hususunda ben hergün şu kadar bir şey yapacağım.” diyen insan üzerine bir sorumluluk almış olur ve bu sorumluluğu yerine getirmesi artık zarurîdir. İsteyenler Büyük Cevşen dediğimiz hizbi baştan sona kadar kendi başlarına da okuyabilirler. Fakat, bir hey’et halinde okuyunca, herkesin defter-i a’mâline o okumanın bütününden hâsıl olan sevap yazılır. Hakikî şahs-ı manevî teşekkül edince herkes bütünün okuduğu kadar okumuş olur. Bu hususta özellikle Mecmuatü’l-Ahzâb’ın çok istifadeli olacağını düşünüyorum, çünkü o kitap, oldukça geniş ve pek çok velînin dualarından değişik bölümler ihtiva ediyor. Gümüşhânevî Hazretleri onları toplarken bugünkü ölçülerde tashîh etme imkanı olmamış. Üstad’ın eline de O’ndan geçmiş. O okuduğu yerleri kısmen tashîh etmiş. Keşke bir-iki gayretli insan yeniden onun üzerinde çalışsa ve o kitabın elden geldiğince hatasız olarak basılmasına vesilelik etse. O basıldıktan sonra duaya iştiyaklı müminler aralarında taksim ederler. Öyle bir metod geliştirirler ki, herkes farklı zamanlarda farklı yerleri okur. Meselâ, bir ay boyunca şu bölümü okuyan insan, ikinci ay diğer arkadaşının yerine geçer. O üçüncü arkadaşın, o da dördüncü arkadaşın yerine.. Böylece herkes Mecmuatü’l-Ahzâb’ın her yerini okumuş olur. Gördüğü duaların orijinal, yepyeni olması insanda ayrı bir heyecan uyarır. Mesela, Şâh-ı Geylânî’nin insanın gönlünde ürperti hasıl eden duasını bile otuz gün üst üste okuyan biri zamanla onu ilk gün okuduğu gibi duyamayabilir. Fakat bu duayı ikinci ay biraz bekletir, başka dualar okur, ona karşı içinde hasıl olan ülfeti giderir ve bir müddet sonra tekrar o bölüme dönerse yine ilk defa okuyormuş gibi duyup hissedebilir. Benim ömrüm vefa eder mi bilemiyorum ama istiyordum ki, ben de onu birkaç arkadaşımla paylaşıp okuyayım? Bunun nasip olmasını çok arzu ederim. Bazen şu husus kafama takılıyor: İşin esası bir kenara çekilip kimseye demeden dua okumaktır. Fakat burada “Ben de böyle bir kenarda dua okuyabilirim, kimseye ihtiyacım yok.” gibi bir gizli bencillik var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa bu çok tehlikelidir. Meselâ, bir başkası da “Ben kendim bir kenara çekilip dua okuyabilirim, ama arkadaşların dualarının arasında olursa benim dualarımın da kabule daha yakın olacağını umarım.” düşüncesinde olabilir. Böyle bir yaklaşımla duanın hiç olmazsa bir parçası, yarısı veya çeyreği okunabilir. Fakat bu ikincisinde de görünme, duyulma hissi bulunabilir. Bunların hepsi tehlikelidir. Dua öyle halis olmalı ki ona hiç bir mülahaza bulaşmamalı. Onun sağından-solundan, altından-üstünden, neresinden bakılırsa bakılsın şeffaf, saydam bir şey gibi hep Zat-ı Ulûhiyyet tecellileri görülmeli. Bazen de, meselâ aynı camide namaz kılan insanlar birbirlerine “Gelin selef-i salihînden rivayet edilen şu duaları okuyalım. Meselâ, bir gece kalkalım, iki-üç saat sürse de 19 defa Fetih Suresini okuyalım.” diyebilirler. Ama herkes içinden gelerek katılmalıdır böyle bir dua şirketine. Fırlamalı, kalkmalı yerinden.. bir hâcet namazı kılmalı, Büyük Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi, Sekîne’yi... okumalı.. arkadaşlarıyla beraber onbeş yirmi dakika okuyorsa, sonra da kimsenin görmeyeceği, aklına herhangi bir mülâhazanın gelmeyeceği bir yere gitmeli, bir yarım saat de orada okumalı. Evet, yalnız başına okurken “Bak arkadaşlardan kaçtım, kendi kendime kimse görmeden yapıyorum, daha ihlaslıca oluyor.” duygusuna kapılma veya “insanlar duysun, görsün” diye başkalarına sesini duyurma; ikisinde de şeytana kapı aralama olabilir. Üstad Hazretleri, sesli okuyup insanlara duyurmayı İmam Gazali’ye dayandırarak istihsan ediyor: “Ben önceleri sesli okuyordum, ama işin içine riya girer mi diye de endişe ediyordum. Sonra gördüm ki, İmam-ı Gazali ‘Başkalarını uyarma ve teşvik etmeye matûf olunca mahzursuzdur.’ diyor.” Fakat bütün bunlarla birlikte kalbimiz Üstad’ın kalbi de değil. Cennet’ten içeriye gireceğimiz ana kadar bizim kalbimize her şey girebilir. Kırdaki, bayırdaki deliklerde yılan, çıyan arayacağına elindeki fenerini kalbine tevcih etmesi gereken bizlerin her hâlükârda çok dikkatli olması gerekir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:45 | |
| DUA VE YAKARIŞTAKİ GÜÇ Geceler, o tertemiz siyah örtüsüyle bütün bir varlığı sarınca, bir kısım karanlık ruhlar kendilerini herşeyden kopmuş, yalnız ve garib hissederler. Oysa ki, en karanlık anlarda, en tenha yerlerde, en kimsesiz çöllerde dahi O, hep bizimle beraberdir. O gariblerin enîsi (1), kimsesizlerin kimsesi ve çare-sizlerin çaresidir. Kırık gönüllerin inkisârını bilen, onulmaz dertlere derman gönderen, ikliminden gelen esintilerle ruhlarımızdaki yalnızlık ve vahşetleri silen yalnız O’dur. O’na yönelen, açılacak bir kapıya yönelmiş olur; O’na yalvaran matlûbuna ermiş sayılır. Eserlerinde O’nu bilip, vicdanında O’nu duyup tanı-yanların, bilip öğrenecekleri başka şey kalmamıştır. O’nun marifetine erenlerin dimağında bilgi parçaları, elmas sütunlar üzerinde fîrûze kubbeler haline gelir. O’nu tanımayan ruhlarda ilimler evhâma inkılâp eder; ilimlere mevzû teşkil eden varlık ise cansız cenazelere dönüşür. O’na inancın aydınlık ikliminde bütün varlık bir baştan bir başa alabildiğine netleşir; eşyâ ve hâdiseler üzerindeki duygu ve düşünceler durulardan duru hâle gelir ve herşey akar O’na ulaşır. Bu saf duygu ve düşünceler ile, O’na yaklaşıp, O’na yalvarıp yakarmasını bilenler insanların en tali’lileridir. Bunu böyle bilerek, dağ-bayır, çöl-şehir, gece-gündüz yalnızlığını hissettiğin vakitlerde, kalk bütün benliğinle O’na yönel; kalbinin kapılarını O’na aç, büyük-küçük acı ve ıztıraplarını, arzu ve isteklerini bir bir O’na şerhet! Acılarının dindiğini, ızdıraplarının, yerlerini huzurlara, itminanlara bıraktıklarını duyacak ve ruhunun dörtbir yandan iltifât esintileriyle sarıldığını hissedeceksin. Belki, sen O’nu, cismaniyete ait kıstaslar içinde hiçbir zaman görüp duyamayacaksın. Ama O, her lâhza binbir emâre ve işaretlerle varlığını senin vicdanına duyuracak, yakınlığını sana hissettirecek ve yer yer gönlünün dudaklarını tebessümlerle süsleyecektir. Geceler bu vâridâta açık yamaçlar gibidir. Kalbini Hakk tecellîleri karşısında pırıl pırıl bir ayna haline getiren hakikate uyanmış ruhlar, gecenin gelişiyle seccadelerinde pusuya yatar ve tecellî avına çıkarlar. Sen de yapayalnız kaldığın zamanlarda gecenin yamaçlarını kolla! Oraların Dost’a halvet yeri ve gurbet dakikaları da halvet zamanı olduğunu bil; bütün hissiyatınla O’nun huzuruna gir ve kalbinin sırlarını bir bir O’na say, dök! Dertlerini sadece O’na aç; O’nun huzurunda inle ve başını O’na giden yollarda ilk eşik sayılan secdegâha koy ve bekle..! Gönül dünyâna doğru içiçe kapıların açıldığını duyacak, O’nun varlığının ışıkları altında eridiğini hissedecek ve deryâya düşen bir damla gibi kendi hesabına kaybolup gidecek, sonra da hesaplar üstü bir kuşakta okyanusların dev dalgaları ile bütünleşeceksin... Senin varlığın içinde bir iç, için içinde ayrı bir iç ve iç içe içler seni, sürekli, daha derinliklere, daha genişliklere ve daha zirvelere doğru çekip götürecek. Bu iç içe derinliklere yelken açabildiğin ölçüde, kendini ötelerin en baş döndürücü bâkir iklimlerinde, Cennet’in o sonsuza açık yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi duyacak ve her yeni adımda Allah’a yaklaşmanın ayrı bir lütfunu göreceksin. Dışdan başka birşey görmeyip, içindeki büyüklüklere, ihtişamlara, derinliklere ulaşamayan ruhlar, sürekli karanlıklar içinde bocalar durur ve bir türlü hasretlerden, buhranlardan kurtulamazlar. Keşke onlar da, pırıl pırıl bu semâlar kadar derin, cihanlar kadar geniş, kendi mahiyetlerindeki derinlikleri sezebilselerdi..! Keşke onlar da, gerçek insanlar gibi içlerindeki aydınlığa açık noktaları keşfedip vicdanın dümdüz yollarında, Yüce Yaratıcı’nın gönül gözlerine saldığı ışıklarla o âlemlere ait sırları avlayabilselerdi. Birer nüve halinde, içlerindeki bu aydınlık yolları bulamayanlara, bir ömür boyu en yüksek hakikatten habersiz yaşayanlara ve maddî mesâfelere takılıp kalarak, sonsuzluk mesâfelerini sezemeyenlere bilmem ki, acısak mı; üzülsek mi; yoksa, gözlerinin açılması için duâ duâ yalvarsak mı..? |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:45 | |
| RİSALE... İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi "Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" meâlinde, Name=329; HotwordStyle=BookDefault; ferman ediyor. Hem, Name=330; HotwordStyle=BookDefault; emrediyor. Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor. Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak." Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir. Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:46 | |
| DUADAKİ GAYEHem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duâdır.Ya istidad lisâniyledır-bütün nebâtât ve hayvanâtın duâları gibi ki, herbiri lisân-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir sûret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. Veya ihtiyac-ı fıtrî lisânıyladır-bütün zîhayatın, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zarûriyeleri için duâlarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle Cevâd-ı Mutlaktan idâme-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bâzı metâlibi istiyorlar. Veya lisân-ı ıztırârıyla bir duâdır ki, muztar kalan herbir zîruh, katî bir ilticâ ile duâ eder, bir hâmî-i meçhûlüne ilticâ eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.Bu üç nevi duâ bir mâni olmazsa dâimâ makbuldür.Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir. Meselâ, esbâba teşebbüs, bir duâ-i fiilîdir. Esbâbın içtimâı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisân-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için, bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi duâ-i fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvânına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gàyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazîne-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını kendi duân içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi Name=331; HotwordStyle=BookDefault; de, kâinatın güzel bir takvîmi ol |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Dualarımız... 09.05.09 22:47 | |
| DUA
Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Araf / 55. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.Araf/56 Sabah akşam demeden, kendi içinden, korkarak ve yalvararak, alçak sesle Rabbini an ve gafillerden olma. Araf /205 Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Mü'min /60 * Ubâde ibn's-Sâmit (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde, mâsiyet veya sıla-i rahmi koparıcı olmamak kaydıyla Allah'tan bir talepte bulunan bir Müslüman yoktur ki Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle icabet etmesin. " * Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve: "Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım." der. * Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?" diye sorduğumuzda: "Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!" diye cevap verdi." * Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın." * Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefslerinizin aleyhine dua etmeyin, çocuklarınızın aleyhine de dua etmeyin, hizmetçilerinizin aleyhine de dua etmeyin. Mallarınızın aleyhine de dua etmeyin. Ola ki, Allah'ın duaları kabul ettiği saate rast gelir de, istediğiniz kabul ediliverir." * Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin." * Ebû Hüreyre hazretleri (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri kendisinden istemeyene gadap eder." * Ebû'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kardeşinin gıyabında dua eden hiçbir mü'min yoktur ki melek de: "Bir misli de sana olsun." demesin. * Fadâle ibnu Ubeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua eden bir adamın, dua sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salat ve selam okumadığını görmüştü. Hemen: "Bu kimse acele etti." buyurdu. Sonra adamı çağırıp: "Biriniz dua ederken, Allahu Teâlâ'ya hamd u senâ ederek başlasın, sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okusun, sonra da dilediğini istesin." buyurdu." |
| | | | Dualarımız... | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|