İsmi Muhammed bin İshâk, künyesi Ebü'l-Meâlî, lakabı Sadreddîn'dir. 1210 (H.606) târihinde Malatya'da doğdu. 1274 (H.673) târihinde Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'da kendi adı ile anılan câminin bahçesindedir.
Sadreddîn-i Konevî'nin babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde yüksek makam sâhibi biriydi. Küçük yaşta babası İshâk Efendi vefât etti. Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî'nin terbiyesi ve yetişmesiyle meşgûl oldu. Çok iyi bir tahsîl gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok kıymetli eserler yazdı.
Muhyiddîn-i Arabî , Sadreddîn-i Konevî'nin terbiyesi ile çok yakından meşgûl oldu. Yetişmesine özel ihtimâm gösterdi. Muhyiddîn-i Arabî'den Konya'da ilim ve feyz alan ve çok istifâde eden Sadreddîn-i Konevî, hocası ile Halep ve Şam'a gitti.
Muhyiddîn-i Arabî Sadreddîn-i Konevî'ye nefsini terbiye yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî günlerini riyâzet ve mücâhede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgûl olurdu.
Bir gün annesine birkaç hanım gelip; "Sen zengin, îtibârlı bir kişinin hanımı iken şimdi bir Pîr-i Mağribî'ye vardın. Hâlin nasıl, hayâtından memnun musun?" dediler. O da; "Hâlimden memnunum. Geçimim de iyidir. Lâkin gözümün nûru oğlum büyük sıkıntılar içindedir. Gecesi de gündüzü de yoktur. Efendim Muhyiddîn-iArabî kendisi kuş eti yer, ballı şerbetler içer, lâkin ciğerpâreme bir arpa ekmeği dahi vermez. Yememek ve içmemekten bir deri bir kemik kaldı. Üstelik onu da göremez olduk. Onu kimseye göstermez. Uykusu gitsin diye zenbile koyup bir yere asar." dedi. Bu şikayetlenme sözlerinden Muhyiddin-i Arabî haberdar olunca Sadreddîn Konevî'nin annesi özür diledi ve cân-u gönülden istiğfâr etti. Sonra oğlu Sadreddîn-i Konevî mânevî dereceleri geçip büyük velîler arasına girdi.
Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî hayatta iken, benim maneviyat aleminde yüce makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra bir gün, kabrini ziyâret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada buldum. O anda Allah'ın muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i Arabî'nin rûhunu çok güzel bir sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve; "Allah'a hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda kavuşamadığın makamlara, vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun." buyurdu.
Yine kendisi anlatır: 1255 senesi Şevvâl ayının on yedisine rastlayan Cumartesi gecesi, rüyâmda şeyhim Muhyiddîn-i Arabî'yi gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona, Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ-ül Hüsnâsı ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O da; "Çok doğru, pek güzel!" deyince, ona; "Efendim! Hakîkatte güzel olan sizsiniz. Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri bana kim öğretirdi?" dedim. Mübârek ellerini öptüm ve; "Efendim! Bütün mahlûkâtı, her şeyi unutup Allah'ı dâimî olarak hatırımda tutabilmem için bu fakîre duâ ve himmetlerinizi istirhâm ediyorum." diye yalvardım. O da, benim bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım."
Sadreddîn Konevî , bundan sonra çok büyük mânevî derecelere yükseldiğini, mânevî âlemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allah'ı hatırından çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehât isimli eserinde bildirdi.
Sadreddîn-i Konevî hocası Muhyiddîn-i Arabî'nin vefâtından sonra evliyânın büyüklerinden Evhadüddîn-i Kirmânî'nin sohbetlerine kavuştu. Ondan da yüksek mânevî bilgiler tahsîl etti. Sonra hac dönüşü Konya'ya gelip yerleşti. Orada güzel halleri ve kerâmetleriyle çok meşhûr oldu.
Sadreddîn-i Konevî Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Selçuklu Sultanı Alâeddîn şahidi olduğu bazı kerametlerini görünce Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi fazlalaştı ve O'na karşı büyük bir hürmet ve itibar gösterdi.
Sadreddîn-i Konevî Konya'da binlerce talebeye ders verdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa'îdeddîn-i Fergânî, Müeyyedüddin Cendi gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseler yetiştirdi. Zamânının en büyük âlimlerindendi. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdi. Bu ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturdu. Muhyiddîn-iArabî'nin "Vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla uygun olarak îzâh etti.
Nasîruddîn-i Tûsî ile hikmete âit bâzı meselelerde mektuplaşmaları oldu ve aralarındaki uzun süren münâzaralardan sonra, Nasîruddîn-i Tûsî aczini îtirâf ederek, onun üstünlüğünü kabûl etti. Sadreddîn-i Konevî'nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini kırmaz, dünyâ malına aslâ meyletmezdi.
Sultan Alâeddîn zamânında Hâce Cihân adında Konya'da çok zengin biri vardı. Malının hesâbı bilinmezdi. Bu zenginin oğlu Sara hastalığına tutuldu. Derdine çâre bulunamadı. Zenginin ona çâre için başvurmadığı tabîb kalmadı. Bunun için çok para sarf etti. Lâkin hiçbir çâre bulamadı. Hâce Cihân'ın yolu bir gün Sadreddîn-i Konevî'nin dergâhına uğradı. Derdini ona açtı. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî ona oğlunun adını sordu. Hâce Cihân; "İsmi Alican, vâlidesinin ismi de Hân'dır." dedi. Sadreddîn hizmetçiden kâğıt kalem istedi ve Eûzü besmele okuyup; "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ fis semâî ve hüvessemîul alîm. Eûzü bi kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min nefsihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min hemezât-iş şeyâtîn." yazdı ve duâlar etti. Hâce Cihân eve gittiğinde oğlunun hastalıktan tamâmen kurtulmuş olduğunu gördü. Allah'a şükürler etti ve bunun kerâmet olduğunu anlayıp, Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi arttı.
Horasan'dan bir derviş birçok yerler dolaşarak Şam'a gelmiş ve orada Sadreddîn-i Konevî'nin yüksek hal ve kerâmet sâhibi birisi olduğunu işitmişti. Bunun üzerine görmeden ona âşık oldu ve Konya'ya geldi. Sadreddîn-i Konevî'nin dergâhına uğradı. Derviş dergâhta misâfir edilip, kendisine her gün nefis yiyecekler ve içecekler ikrâm edildi. Derviş, Konevî'nin sofrasının böyle zengin olmasına hayret etti. Oraya kim gelirse, sofra hazır olur ve istediği yiyecekler önüne gelirdi. Herkes ihtiyâcı kadar yedikten sonra giderdi. Bu yiyecek ve içeceklerin eksik olduğu bir gün görmedi.
Acem diyârından bir derviş birçok yerler dolaşıp birçok kimseler görüp Konya'ya gelmiş ve Sadreddîn-i Konevî 'nin dergâhına misâfir olmuştu. Sadreddîn-i Konevî 'nin mal ve mülkünü, hizmetçilerinin çokluğunu görünce, içinden; "Keşke bu kişinin bu malları kendisine ayak bağı olmasaydı da hak yolda bulunaydı. KeşkeAcem diyârına bir gidip de oradaki evliyâ ile münâsebeti olsaydı. Kendisi için bu ne iyi olurdu." diye geçirdi. Bir zaman sonra bu düşüncesini Sadreddîn-i Konevî 'ye açtı ve; "Ey Efendi! Siz bir Acem diyârına gitseniz oradaki âlim ve velîlerle görüşseniz bu dünyâya bağlılığı terk edip Cenâb-ı Hakk'a kavuşursunuz." dedi. Sadreddîn-i Konevî i dervişin bu sözleri üzerine; "Ey derviş! Pekâlâ, bu dediklerini kabûl ettim. Gel gidelim." buyurdu ve birlikte Acem diyârına doğru yola çıktılar. On beş gün kadar yol gittikten sonra derviş, hırkasını Konya'da unuttuğunu hatırlayıp, aklı başından gitti ve yüzü üzerine yere düştü. Sadreddîn-i Konevî dervişin yüzüne su serpip ayılttı. Derviş; "Ey arkadaşım! Ben dergâhınızda abdest almak için hırkamı çıkarmıştım. Onu unutmuşum. Şimdi hatırıma geldi de ondan fenâlaştım." dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî ona tebessüm edip; "Ey Acem dervişi! Dünyâ sevgisi bütün günâhların başıdır. Biz bunca mal ve mülkü hizmetçileri geride bıraktık. Lâkin birisi hatırımıza gelmedi. Sen ise iki paralık hırkanı terk ettiğinde aklın başından gitti." buyurdu. Sonra o dervişi yolda bırakıp Konya'ya döndüler.
Sadreddîn-i Konevî i bir gün, Allah'a yalvarıp; "Yâ Rabbî! Sana lâyıkı ile ibâdet, kulluk yapamadım ve seni hakkıyla tanıyamadım. Senin lutf ve ihsânına güveniyorum. Cennet'teki makâmımı görmek arzu ediyorum." dedi. O gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuş ve insanlar kabirlerinden kalkıyordu. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:
"Beni de Rabbimin huzûruna götürdüler. Allah meleklere emredip; "Alın Cennet'e götürün." buyurdu. Beni alıp Cennet'e götürdüler. Orada türlü türlü köşkler ve bahçeler vardı. Onları seyrettim. Bir bahçe vardı ki, onun meyvesi miskti. O esnâda bir elma mikdârı misk almak istedim ve aldım. İşte o esnâda rüyâdan uyandım. Uyandığımda sağ elimde bir avuç misk duruyordu. O miskin kokusu da her tarafı kaplamıştı. Bu miskin kokusu hocam Şeyh Muhyiddîn-i Arabî'nin bana hediye ettiği hırka-i şerîfe sirâyet etti." buyurdu. Sadreddîn-i Konevî vefât ettiklerinde kefenine bu miskten konulmuştur.
Bir zaman Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Kâdı Sirâcüddîn ve başka âlim ve sâlih zâtlar Konya'nın Meram Bağlarına gittiler. Mevlânâ oradaki bir değirmene girdi ve uzun bir süre kaldı. Kâdı Sirâcüddîn değirmene girdi. Sonra da Sadreddîn-i Konevî geldi. Değirmen taşını dinlediler. Sadreddîn-i Konevî ; "Ben de bu taşın Allah'ı zikrettiğini, Sübbûhun Kuddûsün, dediğini işittim." buyurdular.
Şems-i Tebrizî Konya'ya gelince, Mevlânâ devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya'nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli'ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî'den ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!" dedi. Sadreddîn-i Konevî hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli'de buldu. Orada âlimleri bulup; "Cumâ namazı vakti geçmeden Konya'ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar, Allah'ın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allah'ın gazâbına uğrarsınız." buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: "Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya'da bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i Konevî de; "Siz kabûl edin, Allah müslümanları sevindirenleri mahcûb etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya'ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî 'ye olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.
Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât Efendimizi gördüm. Yanlarında Ashâb-ı kirâm olduğu halde medreseyi teşrif etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip, uygun bir yere oturdu. Rasulullah efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben, Celâleddîn ile, diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile, ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Rasulullah efendimiz bu rüyâ ile talebelerinden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere anlattım ki, onun hatırını gözetip ilminin yüksekliğini anlasınlar."
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" dedi. Sadreddîn-i Konevî de; "Senin oturmada fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." deyip, seccâdeyi oradan kaldırdı. Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî'den önce vefât etti. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî kıldırdı.
Ömrünü Allah'ın kullarına hizmet etmekle, ilim ve edep öğretmekle geçiren Sadreddîn-i Konevî duâlarında:
"Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi bizden al, bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma. Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin." buyururdu.
Sadreddîn-i Konevî vefât ettiğinde cenâze namazı büyük bir kalabalık tarafından kılındı. Vasiyetine uyularak kabri üzeri kapatılmayıp, açık bırakıldı.
Sadreddîn-i Konevî'nin kabrini ziyâret edenler, onun feyzlerinden istifâde ederler. Onu vesîle ederek yapılan duâlar, bi-iznillah kabûl olur. Sıkıntıda kalanlar ondan yardım isteseler, Allah'ın izniyle rûhâniyetleri imdâda yetişir.
1899 senesinde Sultan İkinci Abdülhamîd Hân, şahsî parasıyla, Sadreddîn-i Konevî'nin câmiini ve türbesini îmâr ve ihyâ edip canlandırdı.
Türbesine hizmet edenlerden biri rivâyet etti: "Zamânın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi ziyârete geldi.Câmide namazı kıldıktan sonra, Sadreddîn-i Konevî'nin nefsini terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını açtık. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzûr ve saâdet mekânı olan çilehâneye girdi. Uzun bir secdeden sonra Cenâb-ı Hakk'a yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-i Konevî'nin huzûruna gelip, Allah'a, O'nu vesîle ederek uzun bir duâ etti. Biz de âmin dedik. Duâ bitince bize dönerek; "Bizler, ellerimizdeki silâhlar ve diğer askerî güçlerimizle, memleketimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzûrunda bulunduğumuz Sadreddîn-iKonevî ve onun emsâli olan büyükler, bu memleketin hakîkî kumandanlarıdır. Allah'ın yardımı ve bunların mânevî destekleri olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun için biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin mânevî kumandanlarını ziyâret ederiz." dedi.
Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır: "Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: "Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana çok tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalıştım.
İkinci rüyâm da şöyle oldu: İlk rüyâmdan sonra artık devamlı onun kabrinin bulunduğu câmiye gitmeye başladım. Câminin ve türbenin tâmiratı, bakımı ve temizliği ile uğraşıyordum. Bir gece rüyâmda bana güler yüzle görünüp; "Hizmetlerinden memnunum. Allah bu hizmetlerini karşılıksız bırakmaz." buyurdu. Bu ikinci rüyâdan sonra Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgi ve muhabbetim daha da arttı. Bütün günümü, câmi ve türbenin işleriyle geçirmeye başladım.
Sadreddîn-i Konevî'nin Nüsûs, Hukûk, En-Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtiha Tefsîri, Şerh-i Ehâdîs-i Erbaîn gibi eserleri vardır.
FAKR NEDİR?
Bir defâsında Mevlânâ Sadreddîn-i Konevî'nin dergâhına gitmişti. Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî'nin hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi defâlarca yaya olarak hacca gitmişti. Pekçok velînin sohbetinde bulunmuştu. İçeri girince, Mevlânâ Celaleddin'e; "Fakr nedir?" diye bir suâl sordu. Fakat hiç cevap vermedi.Bunun üzerine tekrar; "Fakr nedir?" diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca, Mevlânâ kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî huzursuz olup; "Ey pîr-i ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap verdiler. Tekrar neden sordun?" deyince, derviş; "Ne cevap verdiler?" dedi. "Fakrın târifini yaptı. O; "Allah'ı tanıyınca, dil tutulur." hadîs-i şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi huzûrunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır..."
VASİYYETNAMESİ
Rahmân ve Rahîm olan Allah (c.c.)'ın adıyla
Allahü Teala'nın rahmet, hoşnutluk özel af, lütuf ve mağfiretine muhtaç olan ve bu vasiyeti yazan kulu Ali oğlu Yusuf oğlu Muhammed oğlu İshak oğlu Muhammed, yanında bulunsun bulunmasın, bu vasiyete vakıf olan müminleri kendisine şahit tutarak tasdik ve itiraf eder ki; şüphesiz Allah (c.c.) teala birdir. Zatında, sıfat ve fiillerinde tektir. Herkes O'na muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç kimse O'na denk değildir.
Yine Allah (c.c.) teala'nın kendi lütuf ve iyiliğinden seçip temizlediği, saflığa erdirdiği, bazıların peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v.) de olduğu gibi [Allah, O'na, ailesine, kendisine tabi olanlara salât ve selam etsin.] umumî olarak bütün yaratıklarına, diğer peygamberlerinde olduğu gibi bazılarını da hususî olarak bazı kabile ve topluluklara gönderdiği doğru ve gerçektir.
Ben, yine yakînen inanıyorum ki cennet ve cehennem hak'tır. Amellerin derlenip toparlanacağı ve Allah katma kabul edilecekleri ve ilahi terazi ile tartılacakları, yani" mizan" haktır.
Bütün peygamberler, vazifeleri gereği Allah teala'dan ne getirmiş ve ümmetlerine haber vermişlerse, bunların hepsi doğrudur. Ve onlar, bunların hepsini doğru olarak naklet-mişlerdir. Kendi şeriatları yani tebliğ ettikleri dinleri nesh edilmeden sonra gelen bir din ile hükümleri kaldırılmadan önce o dinin hükümleri ile hükmedip amel etmişlerdir. Hükmettikleri herşey de de doğru hükmetmişlerdir. Yakînen haber verdikleri kıyamet de haktır. Anlayış ve idrak yönünden inanç esaslarının şeklinde değişiklik olsa da inanç esaslarının aslı birdir ve haktır. Gerek hissî ve manevi olsun cennet ve cehennem haktır ve gerçektir, sırat haktır. Dünya ve ahireti birbirine bağlayan berzah yani kabir hayatı da haktır.
Peygamberimizden bizi intikal eden, O'nun ahiret, cennet ve cehennem ile ilgili haller, Allah (c.c.)'ın fiil ve sıfatlarına dair verdiği bütün tafsilat hak'tır. Ben, bu düşünce ve inançla yaşadım ve bu inançla ölüyorum.
Dostlarım ve bana mensub olan müridlerim, talebelerim, beni müslümanların umumî kabristanına defnetsinler. Ölümümün ilk gecesinde Allah'ın beni, her türlü azabından ve cezalandırmasından uzak tutarak beni bağışlaması ve Allah (c.c.)'ın kabul etmesi niyetiyle yetmiş bin kelime-i tevhid (Lailahe İllallah) diyerek tevhid hatmi yapsınlar. Yine ölümümde hazır bulunanlardan her biri kendi kendine aynı niyetle ağır başlılık ve kalb huzuru içinde yetmişbin "Lailahe İllallah" diyerek zikirde bulunsunlar.
Ayrıca beni fıkıh kitaplarmdaki gibi değil de hadis kitaplannda belirtildiği şekilde yıkamalarım istiyorum. Kefen olarak beyaz bir izar sarsınlar ve Şeyh-i Ekber MuhyidDin Arabi'nin elbiseleri ile kefenlesinler. Kabrime Şeyh EvhadüdDin Kirmani’nin seccadesini yaysınlar. Cenazemi hiç bir cenaze okuyucusunun takip etmemesini, kabrimin üstüne ne bir bina, türbe, ne de bir tavan yapılmasını vasiyet ediyorum. Sadece kabrimi sağlam taşlar ile örüp yapsınlar. Fakat başka bir şey yapmasınlar. Böylece, hem kabrimin örtülmesi kolay olur, hem de yıkılıp yeri kaybolmaz.
Defnedildiğim gün, kadın, erkek, fakir ve kimsesiz düşkünlere ; özellikle de kör ve kötürüm olanlara bin dirhem dağıtılmasını bundan yüz dirhem'in ŞehabüdDin Ebrari'ye ve yüz dirheminin de Şeyh Muhammed En-Nahcuvanî'nin meclisine devam eden Kemal'e verilmesini ve bunların uygun gördükleri şekilde kendi dostlarına dağıtılmasını vasiyet ediyorum. Ayrıca ZiyaüdDin Mahmud ve BedrüdDin Ömer'e selamınım ulaştırılmasını ve hatıra olarak kendilerine namaz kıldığım seccadelerimden birer tanesi ile, birer elbisemin verilmesini vasiyet ediyorum.Felsefe ile ilgili kitaplarım satılıp parası sadaka olarak dağıtılsın. Tıp, Fıkıh, Tefsir gibi diğer ilimlerle ilgili kitaplarımı da Şam'a vakfediyorum. Onların hepsi orada bulunan ve Allah (c.c.) için ilim tahsil edenlere verilsin. Kendi yazdığım kitaplarım da benden bir hatıra olarak Afifüd-Din'e ulaştırılsın. Ve ehli olan kimselere onları okutması söylensin.
Kızım Sekine'ye de [Allah (c.c.) onu muvaffak kılsın] namaza ve diğer farzlarla birlikte istiğfar etmeye, Allah (c.c.) 'tan mağfiret dilemeye devam etmesini, Allah (c.c.) a itaatta bulunmasını vasiyet ediyorum.
Dostlarıma da ancak yaşanılmak sureti ile bilinebilen zevki marifetlere, anlaşılması güç ve kapalı olan bilgilere dalmamalarını ister benim, ister şeyhim'in Allah (c.c.) ( Allah ondan razı olsun) sözleri olsun, onların sadece sarih ve açık olanları ile yetinmelerini bunların dışında kalan açık ve sarih olmayanların tevilini düşünmemelerini vasiyet ederim. Benden sonra bu yol kapatılmıştır. Onlar hiç kimsenin kendi sözleri olarak söyleyip naklettikleri sözlere itibar etmesin. Sadece onlardan kim İmam Muhammed Mehdi’ye yetişirse O'na benim selamımı ulaştırsın. Ve başkasının değil, yalnızca O'nun haber verdiği şeyleri, bilgileri alsın.
Şimdilik sadece ve sadece benim ve şeyhimin yazdığı eserlerle onların içindeki sarih ve açık olan bilgilerle yetinsin. Kitap, sünnet ve müslümanların icmai ile sabit olan şeylere sarılsın, zikre de devam etsin. Kenilerine yol gösterici olarak yazdığım "Er-Risalet-ül Hadiye vel-Mürşide" adlı risalemde olduğu gibi Cenab-ı Hakk'ın huzurunda başka şeyleri kalbinden çıkarmakla meşgul olsun. Ve Allah(c.c-) hakkında hüsn-ü zanda bulunsun. Gerek nazari ve gerek lüzumsuz başka ilimlerle meşgul olmasın.Aksine zikirle ve Kur'an okumakla meşgul olsun ve görevlendirildiği virdlere devam etsin. Yukarıda işaret edildiği üzere, açık ve sarih beyanları mütalaa etsin.
"Bekâr olanlarınız Şam'a hicret etmeye çalışsın . Çünki; yakında buralarda da bir takım fitneler zuhur edecek, çoğunuzun rahatı kaçacak ve size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben, sizi Allah (c.c.)'a havale ediyor, ona bırakıyorum." Doğrusu Allah (c.c.) kullarının ne yaptığını görür. Allah (c.c.) sakınan ve onun doğru olarak gösterdiği yola giren kimselere yeter. Dostlarım, dualarında beni hatırlasın ve her türlü haklarını bana helal etsinler. Benim bıraktığım bilgiler de onlara helal olsun.
Daha önce benim üzerimde meşru bir hakkı olduğunu iddia eden kimse, kızım Sekine'ye müracaat etsin. O'da onun razı olacağı şekilde hakkını ödesin.
Allah (c.c.)dan kendim ve sizin için mağfiret diliyorum.
Allah'ım Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder, Sana hamd ederim, Senden başka ilah yoktur, Sana tevbe eder; Senden mağfiret dilerim. Beni bağışla ve bana merhamet et. Şüphesiz Sen çok bağışlayıcı ve merhamet edensin.
Rahmetullahi Aleyh
Tasavvuf ve Sufiler sitesinden alınmıştır.