Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin neslinden geldiği için Eş'arî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra'da doğdu. 935 (H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri Bağdât'ta olup, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır.
İmâm-ı Eş'arî diye de bilinen Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümehî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî'den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî'nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî'den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı kitaplarında Mûtezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu.
Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptâl etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelâm ilmi, Mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş'arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan Mûtezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münâzarada onu mağlûb etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş'arî'nin (rahmetullahi aleyh) karşısında cevap vermekten âciz kaldı.
Basra'da bir mecliste Ebü'l-Hasan Eş'arî ile Mûtezilîler arasında çetin bir münâzara oldu. Mûtezilîler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse karşısına çıkamadı. İkinci defâ böyle bir münâzara için gittiklerinde, Mûtezileden kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zât, İmâm-ı Eş'arî'ye: "Firâr ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.
İmâm-ı Eş'arî'nin zamânı, Mûtezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hattâ zorbalığa baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kâdılık gibi makâmlar, Mûtezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk îtikâdlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, îmânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş'arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyorlar, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş'arî ayrıca, Mûtezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hattâ devlet erkânından olanlarının makâmına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar vâlilik, kâdılık gibi makâmlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"
Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim. Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasan Eş'arî'dir." dedi. İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalâde." dedim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."
İmâm-ı Eş'arî; eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı ve talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü'l-HasanBâhilî, Ebû Abdullah bin Hafîf Şirâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî el-İsmâilî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî talebelerinden bâzılarıdır. Bunlardan Ebû Abdullah Tâî, İmâm-ı Ebû Bekir Bâkillânî'nin hocasıdır. Ebü'l-Hasan Bâhilî de Ebû İshâk İsferânî'nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek'in hocasıdır. Bu zât, önceden imâmiyye fırkasından iken, Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretleri ile yaptığı bir münâzara ve ilmî mübâhese sonunda hatâsını anlayıp, imâmiyye fırkasını terkedip, Ehl-i sünnet îtikâdına girdi. İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâdı Basra'da yaydı. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş'arî'nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstâdı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyânî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı Eş'ârî'nin münâzara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sayraf'a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgilerini memleketinde yaymıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası İmâm-ı Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği îtikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden îtibâren Irak havâlisinde, İran'da yayıldı. Selçuklu Devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdâfaa edilip, Şam ve Bağdât çevresinde yayıldı. Selâhaddîn Eyyûbî'nin fethinden sonra Mısır'da da yayıldı.
Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem naklederek bildirdikleri, müctehid imâmların da onlardan naklettikleri Ehl-i sünnet vel-Cemâat îtikâdını anlatmak ve yaymak için gayret sarfeden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat'î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O'nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti.
Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O'nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
Sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta ise şöyle buyurdu:
Ey Bâb-ül-Ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhâfaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da (Bağdât'ta) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan nîmetlerini artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O'dur. Büyük lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhâfaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamdettim.
Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid'at sâhiplerinin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.
Size bâzı temel bilgileri, delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i sâlihîne muhâlefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer'î delillerden, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden, peygamberlerin aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün dünyâya peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl'i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış netîcelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî idi. Bunlar da, kâinâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına dâvet etti. Onların, üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını ve böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mûcizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil, sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde, gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Arzda da gerçekten tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerden vücûd yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler). Hâlâ görmeyecek misiniz." buyurdu. (Zâriyât sûresi: 20-21)
Bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdu:
İnsanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir." meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.
Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet eden en açık delillerdendir.
İnsan, çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını ve her birisinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için buyurdu ki:
Allahü teâlâ meâlen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren, kesin deliller vardır." (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i kerîmesiyle Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (Dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâretini (sıcaklığını) serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda bulunmuştur.
Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kânunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen; "Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zevâl bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halîmdir. Azap için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla îzâh etmeye çalışan felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da, buyurdu ki:
"Felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddiâlarının bozukluğunu bize; "Allahü teâlâ; "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz." (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk için pekçok ibretler (alâmetler) vardır." meâlindeki Râd sûresi 4. âyetinde bildirdi.
Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dâiresinde cereyân etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir ortağı bulunmadığını; "Eğer yer ile gökte, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de fesâda uğrar, yok olurdu." meâlindeki Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesi ile bildirdi.
Sonra, önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; "(Ey Resûlüm) de ki: "Onları ilk defâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamâmiyle bilir." (Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen; "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz." (Yâsîn sûresi: 80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebiyle biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayâtı iâde etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Peygamber efendimizin son peygamber olduğunu bildiren ve O'nun peygamberliğini kabûl etmeyen yahûdî ve hıristiyanlara cevap veren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım eyledi. Resûlullah'a en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, hazret-i Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyâtta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar, bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz kaldılar. Böylece onların, Resûlullah'a îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan kalkmış oldu.
Hazret-i Mûsâ da Firavn'ın sihirbâzlarını, asâsıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem sihirbazların, hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mâzeretlerini ortadan kaldırdı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâyet, bu mûcize karşısında sihirbazlar, hazret-i Mûsâ'ya îmân ettiler.)
Hazret-i Îsâ da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca, abraş olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mûcizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mâzeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
Resûlullah efendimiz, kendi kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan ediblerin, kendisine îmân etmeme husûsunda bu mâzeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebî yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı.
İşte Resûlullah efendimiz yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde ihtiraslarından dolayı îmân etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullah efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemâatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiplerinin kanıncaya kadar içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.
"İnsanlar Allahü teâlâyı görecekler midir?" diye soran birisine buyurdu ki: "Âhirette müminler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rablerine bakar." (Kıyâme sûresi: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz de; Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz." buyurmaktadır.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri insanların âhiretteki hallerini soran bir kimseye de buyurdu ki:
Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı. Birisini Cennet'i için yarattı. Onları, isimleri ve babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; "Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir." buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?" diye sorunca, Peygamber efendimiz; "İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur." buyurdu.
Bir kimse Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid'at ehlinin îmânıyla ilgili olarak sordu. Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî buyurdu ki:
"Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin îmân etmeye dâvet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka hiç bir günah îmândan çıkarmaz. Îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler, yapmaları gerekir.
Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın." meâlindeki Mâide sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi (inanışı) bozuk olan Kaderiyyenin dediği gibi, günahkârlar, günahları sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitâbı da bütün müminlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ Cumâ sûresi 9. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler!Cumâ günü namaz için ezân okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşunuz. Alış-verişi bırakın." buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere tahsîs buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid'atten başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse hakkında, Cehennemliktir diye hükmedilemez. Resûlullah efendimizin Cennet'le müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde; "Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden magfiret buyurur (affeder)." meâlindeki Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz; "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennet'e, yâhut Cehennem'e koymayınız." buyurdu.
İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa; "Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler var." meâlindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet buyurdu.
Kabir hayâtı ve âhiret halleriyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek (ölecekler). İkinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyân eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terâzi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay görülecektir. Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Âhirette amellerin tartılması için terâzi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.)
Kalbinde zerre mikdarı îmânı olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehennem'den çıkarılacaktır.
Peygamber efendimizin şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri şöyle buyurdu:
"Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze olacak. Kıyâmet gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamayacaktır. Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar."
İyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki:
"Müminlerin üzerine, emr-i mârûf ve nehy-i anil-münker, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse kalpleri ile o işi kötü görürler."
Sevgili Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle bildirdi:
"Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) zamânıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennet'le müjdelenen on Sahâbî). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertîbe göre ittifak edip, birleştiler.
Muhâcir ve Ensârdan ibâret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îmân ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm, Tâbiînden üstündür.
Eshâb-ı kirâm için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te'vîl yolları aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi düşüncelere sâhib olmalıdır.
Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olan Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, zâhirî ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi. İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever; yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi.
Eserleri: İmâm-ı Eş'arî'nin eserleri, beş grubta toplanır:
1- Kırk yaşından önce mûtezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptâl etmiştir.
2- Felsefecilere, yahûdî, hıristiyan ve mecûsîlere yazdığı reddiyeler.
3- Hâriciye, mûtezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4- Makâleler
5- Kendisine sorulan suâllere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.
El-Umed adlı eserde bildirilen kitaplardan bâzıları:
1) Kitab-ül-Füsûl: Mülhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler, yahûdîler, hıristiyanlar ve mecûsîlere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.
2) El-Mûcez: On iki kitaptan ibârettir.
3) Halk-ül-Ef'âl
4) İstitâa hakkındaki kitap
5) Sıfâtlar hakkındaki kitap
6) El-Luma' fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeyği ve'l Bid'a: Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va'd ve va'îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
7) Risâlet-ül-Îmân; Spitta, Almancaya tercüme etmiştir.
8) Kitâb-ul-Fünûn: Mülhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9) Kitâb-ün-Nevâdir: Kelam ilminin inceliklerini anlatır.
10) Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhid'e karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir kitap.
11) El-Cevher fi'r-Reddi alâ Ehli'z-Zeygi ve'l-Münker.
12) Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Cübbâî'nin suâllerine verilen cevaplar.
13) Mekâlât-ül-Felâsife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî'nin bâzı şüpheleri, Aristo'nun semâ (gök) ve âlem hakkındaki fikirleri çürütülmüştür; hâdiseleri, saâdet ve şekâveti yıldızlara bağlıyanlara lâzım gelen cevaplar verilmiştir.
14) Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder.